Suriye politikası başarısız mıydı?

Türk Dış Politikasının Temel Mantığı

Londra’nın ortasında bir ucu Buckingam Sarayı’nın kapısına bir ucu neredeyse Trafalgar Meydanı’nın köşesine uzanan St James Parkı Avrupa’nın en huzurlu köşelerinden biridir. Dev çınarların gölgesinde ördeklerin süzülerek yüzdüğü o parkta İngilizler de en az o ördekler kadar tasasız ve huzur içinde vakit geçirir. Eğer, oraya Ortadoğu’nun herhangi bir şehrinden kalkıp gelmişseniz ortam size tabii bir rehabilitasyon imkânı gibi görünür. 

2016 baharında böyle bir rehabilitasyon anında cep telefonuma Ortadoğu’nun iki ayrı şehrinden patlama haberleri düşmeye başladı. Çok sayıda ölü ve yaralı olduğu bildiriliyordu. Ortadoğu’nun ‘kanlı coğrafyası’ için sıradan bir gün, bir vak’a-yı âdiye...

Bu haberleri okuduktan sonra başınızı kaldırıp etrafınıza baktığınızda gördüğünüz şey, yine o ördekler, yine o İngilizler ve  yine sizin geldiğiniz coğrafyanın kahrından ve meşakkatinden uzak o kaygısız hayat.  

O yıl bitmeden Türkiye’de en az dokuz intihar saldırısı olmuştu.

 İnsan bu tablo karşısında ister istemez ‘Bu ne yaman çelişki!’ diye düşünüyor. Buralarda hayat böyle âsude, bu kadar tasasız, kaygısız akıp giderken bizim oralarda neden senelerdir oluk oluk kan akıyor? Terör, şiddet buralarda ‘olağan-üstü’ iken  bizim oralarda neden bu kadar olağan, sıradan?  Şu, karşıda şezlongunda uzanmış kitabını okuyan İngiliz kadının sabah okula gönderdiği çocuğunun akşam sağ-salim dönüp dönemeyeceğine dair bir kaygısı var mı acaba? 

Hiç zannetmiyorum.

                Ama Bağdat’lı kadın bu kaygıyı bunu her gün yaşıyor.

                Neden?

Bu çelişkiyi sadece bu coğrafyanın insanlarının akılsızlığıyla mı izah edeceğiz? Kökü klasik sömürgecilik dönemine uzanan, günümüzde de yeni formlarıyla devam eden mevcut ‘düzen’in bunda payı yok mu?  Bağdat’ta, İstanbul’da patlayan bombaların, Musul, Halep, Humus gibi şehirlerin târümar edilmesinin sebebi Müslümanların akılsızlığı mı, yoksa Batılı tahakkümü Ortadoğu’da devam ettirme çabası mı? Ortadoğu’da yüzbinlerce insanın canına mâlolan, milyonlarcasının çoluğunu çocuğunu alıp ülkesini terketmesine sebep olan bu kanlı kaos ortamı, kurdukları düzenin devamı için olmasın?

                Bunlar cevaplarını bilmediğimiz sorular değil. 

 1990’ların başında Varşova Paktı dağıldığında, Doğu Avrupa’daki diktatörlükler tıpkı Arap Baharı’nın ilk yıllarındakine benzer şekilde domino taşları gibi birer birer yıkılmaya başlamıştı. Amerika ve Avrupalı güçler oralarda demokratik sisteme hızla geçilebilmesi için ellerinden gelen herşeyi yapmış, demokrasiye geçiş sürecini siyasi ve mali açıdan desteklemişti.

Peki, Prag, Varşova, Sofya, Bükreş ve Doğu Berlin’deki halklar için demokrasi isteyenler Kahire, Şam, Riyad, Amman, Bağdat gibi Müslüman şehirlerindeki halklara bunu neden çok görüyor?

 Çok gördüklerini, Ortadoğu’da demokrasi istemediklerini nereden biliyoruz?

En yakın örneğiyle Arap Baharı’nı elbirliğiyle boğmuş olmalarından biliyoruz. Bölge halklarının  kendi gayretleriyle yıktığı diktatörlükleri, onların tepesine yeniden getirmek için Abdülfettah Sisi’lere, Kral Selman’lara, Kral Abdullah’lara verdikleri  sınırsız destekten biliyoruz.

Arap Baharı, bölge halklarının yukarıda çizdiğimiz siyasi tabloya isyanının adıydı. Arap dünyasının şehirlerinde milyonlarca insan bölgenin tarihinde benzeri görülmemiş şekilde isyan bayrağı açmıştı.

Halkların bu isyanına destek veren neredeyse tek bölge ülkesi Türkiye’dir.

Türkiye, bölgedeki düzenin artık değişmesi gerektiğini Arap Baharı’nın patlak vermesinden çok önce, 2003 yılından itibaren seslendirmeye başlamıştı. Türkiye bunları, Başbakan Abdullah Gül’ün ağzından Tahran’daki zirvede İslam ülkelerinin devlet ve hükümet başkanlarının yüzüne karşı söylemiş, halklarınızın sesine artık kulak verin demişti. 1 Mart tezkeresi, ‘One Minute Vak’ası, ‘Dünya Beşten Büyüktür’ sloganı aynı itirazın farklı zamanlardaki yansımalarıdır.

 Soğuk Savaş’tan Çıkış Politikaları

Türkiye, Turgut Özal ‘ın öncülüğünde daha 1990’ların ilk yarısında Soğuk Savaş’tan çıkış politikalarını devreye sokmaya başlamıştı. Ancak, 2003 başından itibaren bunlar sağlam bir stratejik mantığa oturtuldu.

Bu stratejik mantık, Türkiye'nin küresel mimarideki konumunu yeniden tanımlıyor,  Türkiye’nin yakın coğrafyası diyebileceğimiz Ortadoğu-Balkanlar ve Kafkasya’da uygulanacak prensipleri ortaya koyuyordu.

 Bu stratejik yaklaşımın iki kelimeyle özeti  ‘bölgesel entegrasyon’dur.

Önce, kendi içinde Türk-Kürt barışının sağlam bir zeminde temin edilmesiyle başlayacak olan bu entegrasyon, ardından bütün bölgeyi kapsayacak şekilde genişletilecekti. Çözüm Süreci, Kürt Açılımı diye bilinen yaklaşımlar işte bu büyük stratejik mantığın parçasıydı. O arayışlar bu ihtiyaçtan doğmuş, o süreçler bu entegrasyonu sağlama amacıyla yürütülmüştü.

Türkiye’nin bu bakışının çok anlaşılabilir bir mantığı var: Türkiye bu coğrafyada barış ve istikrar ortamından menfaat temin eden neredeyse tek ülke. Bölgenin tek demokrasisi ve en büyük ekonomisi olduğu için barış ve istikrar her koşulda Türkiye’nin çıkarlarına hizmet ederken, çatışma ve güvensizlik ortamı zarar veriyor. Ortadoğu’da İran, Suudi Arabistan, İsrail gibi ülkeler için bunu söyleyemezsiniz, hatta bunun tersi o aktörler için daha fazla geçerlidir.

 Arap Baharı’ndan Önce Suriye Politikası

 Bölgesel entegrasyon demek, Türkiye’nin siyasi sınırları değiştirmeden komşularıyla ve yakın coğrafyasındaki öteki ülkelerle ekonomik ve sosyal zeminde derinlikli işbirliği ve ortaklıklara girmesi demekti.  Bu yaklaşımın sonucu olarak Türkiye bu ülkelerle ikili ilişkilerini her zaman bölgesellik boyutuyla birlikte düşündü.  

 Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetleri döneminde Suriye ile ilişkiler Arap Baharı öncesi ve sonrası diye iki ayrı dönemde incelenebilir. Birbiriyle çelişkili gibi görünen bu iki dönemdeki politikalar esasen aynı stratejik vizyon üzerine kuruludur. ‘Kardeşim Esed’ dönemi Şam’ın Ankara’nın vizyonunu paylaştığı, entegrasyon politikalarına destek verdiği dönemdir. Suriye rejiminin  Arap Baharı’ndan sonra gösterileri silâh kullanarak bastırmaya kalkıp, giderek katliamlara başlamasıyla ‘Katil Esed’ dönemine geçildi.

 Türkiye, babası Hafız Esed’in 2000 yılında ölümünden sonra onun yerine geçen Beşar Esed ile ilk günden itibaren iyi ilişkiler içinde olmaya gayret etti.  Abdullah Öcalan’ın Şam’dan çıkartılmış olması bu iyi ilişkilerin kurulması için elverişli bir zemin yaratmıştı. AK Parti hükümeti 2002 sonundan itibaren yukarıda ana hatlarını aktardığımız politikanın bir yansıması olarak Şam ile ilişkileri daha da ileri boyutlara taşıdı. Bu ülkeyle vizelerin kaldırılması, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği projelerinin devreye sokulması, bu çerçevede ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapılması, ‘Mezopotamya Vizyonu’ başlığı altında Irak’ı da içine alacak şekilde serbest ticaret bölgesi oluşturma gayretleri bu dönemde cereyan etti.

 Türkiye, o dönemde Suriye ile o kadar yakın bir ilişkisi içindeydi ki, Suriye Devlet Başkanı Esed ülke dışında tatil yapan ilk Suriye devlet başkanı olarak Türkiye’nin Akdeniz’deki koylarını geziyor, eşi Esma Esed birkaç haftada bir İstanbul’a alışverişe geliyordu. Beşar Esed ve Tayyip Erdoğan sadece iki siyasi lider olarak değil ‘ailece’ görüşür hale gelmişlerdi.  / Foto Erdoğan/ Beşar Aile Fotosu/

 Türkiye’de Suriye politikasına eleştiriler yöneltilirken, zaman zaman  ‘bir gecede değişen Suriye politikamız’dan söz ediliyor.

 Türkiye’nin Suriye politikası ‘bir gecede’ değil, Suriye rejimiyle Ocak 2011’den Ağustos 2011’e kadar süren sekiz aylık zorlu bir diplomatik müzâkere sürecinden sonuç alınamaması üzerine değişmiştir.[1] Türkiye’nin Suriye'de izlediği politika, Arap Baharı’nın devreye girmesi, Arap sokaklarında binler, on binler ve giderek yüzbinlerin, milyonların sokaklara  dökülmesiyle değişmeye başladı. Türkiye, o sekiz ay boyunca Şam ile son sekiz yıldır giderek mükemmel hale gelen ilişkilerini koruyabilmek için büyük çaba harcadı. Diyebiliriz ki, o sekiz ay boyunca Türkiye, Beşar Esed’e Tunus’ta patlak veren Arap Baharı’nın muhtemel sonuçlarını görebilmesi ve bir süre sonra Suriye’nin de kapısına dayanacağı belli olan bu yeni durumu yönetebilmesi için her türlü destek vaadinde bulunmuştur. 

 Çünkü Türkiye, Tunus’ta Bin Ali’yi, Mısır’da Hüsnü Mübarek’i, Libya’da Muammer Kaddafi’yi deviren halk hareketlerinin mutlaka Akdeniz’in bu yakasında Suriye kıyılarına da geleceğini görmüştü. Ortadoğu siyasetinde yeni bir paradigma devreye giriyordu. Bu coğrafyanın bütün tarihinde görülmemiş çapta gösteriler yapılıyordu, halklar ilk kez böylesine büyük sayılarda sokaklara iniyor, kendi rejimlerine karşı isyan ediyordu.

 Türkiye, 2009’a gelindiğinde artık ‘etle tırnak gibiyiz’ dediği Suriye’nin, sokakların bu değişim talebine direnmesinin, hele hele bunları zorla bastırmaya kalkmasının nasıl sonuçlara yol açabileceğinin farkındaydı. Başbakan Erdoğan, Beşar Esed’e bunları anlatmak için aylarca gayret sarfetti. O sekiz ay boyunca Türkiye’den Şam’a her düzeyde çok sayıda devlet görevlisi gidip geldi, Ankara  değişim talepleri doğru yönetilemezse her iki ülkenin de karşı karşıya kalabileceği riskleri anlatmaya çalışıyordu.

Türkiye bu coğrafyanın tarihini bilen bir ülkedir. Yaklaşmakta olan tehlikenin farkındaydı. Beşar Esed’e adeta yalvararak onu uyarmaya çalışmasının sebebi buydu.

Ankara’nın iki temel kaygısından biri, büyük bir göç dalgasıyla karşılaşmaktı. 1990’larda Saddam Hüseyin’in saldırılarından kaçan yarım milyona yakın Iraklı Kürt'ün Türkiye sınırlarına yığıldığı unutulmuş değildi. Ankara aynı şeyi bu kez Suriye kaynaklı olarak yaşamak istemiyordu. Üstelik göç dalgası bu kez çok büyük olabilirdi. Türkiye’nin ikinci kaygısı, Suriye rejiminin bu olaylar karşısında alacağı yanlış bir tavrın Türkiye içindeki Kürt sorununa yansımasıyla ilgiliydi. Türkiye 2009 yılından itibaren bu sorunu aşmak amacıyla bir çözüm süreci yürütüyordu. PKK’nın silâhlı kanadının dış destekten mahrum bırakılması sürecin olmazsa olmazlarından biriydi. Suriye’de istenmeyen gelişmeler olursa bu durum çözüm sürecinde Türkiye’nin oyun planını bozabilirdi.

 Türkiye’nin Mecbûri İstikameti

Bölge halkları Tunus’ta patlak veren isyan dalgasıyla kendi diktatörlük rejimlerine karşı on binler ve yüz binler halinde Eş şaab yurîd iskât el nîzam’(Halk rejimin devrilmesini istiyor) sloganlarıyla sokaklara dökülünce, Türkiye bir tercih yapmak mecburiyetiyle karşı karşıya kaldı. Ya büyük halk kitlelerini açıkça karşısına alacak, o halkların devirmeye çalıştığı rejimlerle kol kola yürümeye devam edecek ya da halkların taleplerine destek verecekti.

 Birincisi, ‘statükoyu  savunmak’, ikincisi ‘değişimi desteklemek’ anlamına geliyordu.

 Türkiye ikinciyi tercih etti.

 Esasen bu Türkiye için bir ‘tercih’ değil, bir  ‘mecburi istikamet’ idi.

Türkiye’nin bu mecburi istikamete girmesi kimilerine ‘işte Sünni Türkiye, Sünni hareketleri destekliyor’ şeklinde bir propaganda imkânı vermiş olabilir. Hele bir de iktidarda muhafazakâr, kimilerine göre ‘dinci’ bir partinin bulunması bu propagandayı ‘inandırıcı’ da kılıyor ama gerçek bu değildi.[2] 

Türkiye’nin bu ‘mecburi istikamete’ girmesinin beş temel sebebi vardı:

 1.Arap halklarının sokaklara akması ve rejimleri devirmesiyle yıkılan ’düzen’  daha önce belirttiğimiz gibi Batılı sömürgeci güçlerin yüz yıl önce  kurduğu ve onların çıkarlarına hizmet eden bir düzendir. O düzen Türkler, Araplar ve Kürtlere rağmen kurulmuştu ve yüzyıldır da bölge halklarının aleyhinde işlemişti. Dahası, Batılı emperyal aktörler Sykes-Picot düzenini Arabistan’daki ‘Osmanlı düzeni’ni yıkıp, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını parçalayarak kurmuşlardı. Şimdi Ortadoğu halkları, 'bu düzeni artık kabul etmiyoruz' diye ayaklandığında, 'bu rejimleri istemiyoruz' diye isyan ettiğinde, o rejimleri ve o düzeni savunmak Türkiye’ye düşmezdi. Türkiye, Sykes-Picot düzeninin sahibi değil mağduruydu. O ‘düzen’in sahipleri vardı, nitekim ona sahip çıkmışlardır. 

 2. Ortadoğu’nun ‘tek Müslüman demokrasisi’ olarak Türkiye, komşu ülkelerdeki halkların  ‘serbest seçimler’ talebine karşı çıkamazdı. 1950’den itibaren çok partili hayata geçmiş, halk oyuyla seçilen kadrolar eliyle yönetilen bir Türkiye’nin, komşu ülkelerdeki insanların özgürlük ve demokrasi taleplerine karşı çıkması mümkün değildir. Türkiye’nin hem Ortadoğu’daki tek Müslüman demokrasi olması hem de Avrupa Birliği ile üyelik müzâkereleri yürütmekte oluşu Türkiye’nin bölgedeki pozitif algısının en önemli sebeplerindendir. Böyle bir demokrasinin bölge halklarının demokrasi özlemlerine destek vermesinden doğal bir şey olamaz.   

3. Türkiye, 2003’te 1 Mart  oylaması ve 2009 sonunda Davos’taki ‘One Minute Vak’asıyla Ortadoğu halklarının gözünde son yüzyılda hiç görülmemiş şekilde yüksek bir prestij kazanmıştı. Lübnan’da, Filistin’de ve İsrail zulmünden çekmiş bütün Arap ülkelerinde halkların gözünde Türkiye’nin itibarı artmıştı. ‘One Minute Vak’asının yaşandığı gece ve ertesi gün Gazze’de, Beyrut’ta insanlar ellerinde Türk bayraklarıyla sokaklara çıkıp Türkiye lehinde tezâhürat yapmıştı. Türk Cumhurbaşkanı ve Başbakanı o dönemde  Arap ülkelerine her gidişlerinde büyük kalabalıklar tarafından samimi bir coşkuyla karşılanıyordu. Bu sahneler son yüzyılda görülmüş, duyulmuş şeyler değildi. Türkiye, yüz yıl sonra kendi coğrafyasıyla yeniden bütünleşmekte, o coğrafyanın insanlarının zihninde yeni bir Türkiye algısı doğmaktaydı.

 2011 baharında, o insanların sokaklara dökülüp, hakkımızı istiyoruz demeye başladıklarında, zihinlerinde olumlu bir imajı olan, o zamana kadar pek çok olayda bölgenin vicdanının temsilcisi olmuş Türkiye’yi yanlarında görmek istemeleri doğaldır. Türkiye onları hayal kırıklığına uğratamazdı, uğratmamıştır. Nihayet, yönetimler geçici ama halklar kalıcıdır. Arap Baharı’nın ikinci yarısında statüko geri dönmüş, diktatörler yeniden koltuklarına oturmuş olabilir. Ama Türkiye diktatörlerin yanında değil o ülkelerde onurlu bir hayat isteyen milyonların yanında yer almıştır, tarih bunu kaydetmiştir. 

 4. Türkiye’nin Ortadoğu’da Arap Baharı ile gelen sistemik değişimi desteklemesinin bir başkasebebi  iç kamuoyuyla ilgilidir. Dış politikada kamuoyu faktörü  Türk siyasi tarihinde hiçbir zaman bu dönemdeki kadar etkili olmamıştı. Dış politika artık sadece  devlet elitlerinin, diplomat, asker ya da istihbaratçıların konusu veya bir kısım entelektüelin ilgi alanı değil. Dış politika artık sokağın da meselesi.  Bu satırlar İstinye’deki bir çay bahçesinde yazılırken yandaki iki ayrı masada hararetli bir Suriye tartışması yapılıyor. Türkiye’de devletin gördüğünü sokaktaki insanlar da görüyordu, Arap sokaklarında insanların diktatörlere karşı ayaklanmış olması Türkiye’de toplumun hemen hemen tüm kesimlerinde memnuniyetle karşılanan bir gelişmeydi. Türk kamuoyunun bir genel karakter olarak her daim ‘mazlumdan yana’ olduğu yaygın bir inanıştır.

Dış politikanın yönü sokağın nabzına göre belirlenemez, bu doğrudur. Fakat geldiğimiz aşamada Türkiye’de sokağa rağmen de dış politika izlemek de mümkün değil.  ‘Sokağın sesi’ni  duymayan, sokağın nabzını tutmayan bir dış politikayı sürdürebilmek artık o kadar kolay değil. 

5.Türkiye’nin Arap Baharı’nı samimiyetle desteklemiş olmasının en önemli sebebi kendi stratejik çıkarlarının bunu gerektirmesiydi. Arap Baharı’nın başarıyla sonuçlanması, Ortadoğu ülkelerinin ekonomik ve siyasi açıdan  hem bölgeyle hem dünyayla entegre olmasının yolunu açacaktı.  Bu, o  ülkelerde ticaret ve ekonomi sahalarında  nihayet rasyonel politikaların devreye girmesi anlamına geliyordu. Türkiye gibi bölgeyle entegre olmaya çalışan, siyasi sınırları değiştirmeden ekonomik ve sosyal ilişkiler üzerinden bölgesel entegrasyon politikaları yürüten bir ülke için Arap Baharı büyük imkânlar sunuyordu. Enerjide dışarıya bağımlı olan, ekonomisini büyütebilmesi için ürettiği malları satacak büyük pazarlara ihtiyacı olan bir ülke için Arap Baharı bunun yolunu açacak en önemli siyasi gelişmeydi. Arap dünyasını saran bu yeni dalganın başarıyla sonuçlanması, Türkiye gibi belli bir üretim gücüne ulaşmış, yetişmiş insan gücü olan bir  ülkenin önünde yeni imkânların açılması demektir.  Örneğin, Akdeniz’in öteki kıyısındaki 90 milyonluk Mısır ile ticaretten turizme kadar pek çok alanda  ortak yatırımlar yapılabilir, ortak projeler yürütülebilirdi.  Bunları Hüsnü Mübarek’in başında bulunduğu, kötü yönetilen, rüşvet çarkıyla dönen, ülke kaynaklarının Batılı firmalara   peşkeş çekildiği bir yolsuzluk ekonomisiyle yapmak mümkün değildir. Mısır’daki toplam yabancı yatırımların yüzde 50’sinin İngiliz şirketlerine ait olması[3] sadece İngiliz şirketlerinin maharetiyle açıklanamaz. ( Bir örnek vak’a olarak bkz  KUTU: Mısır’ın Çalınan Gazı)

 Mısır’daki bu tablo, Arap coğrafyasında Türkiye’ye yakın-uzak komşu bütün ülkelerde üç aşağı beş yukarı aynıdır.  Ordunun veya istihbarat teşkilâtının etrafında örgütlenen bu yapılarda  süreçlerde rasyonalite bulunmaz, hesap verilebilirlik yoktur. Arap Baharı eğer başarıyla sonuçlanmış olsaydı buralarda üç beş yıl içinde demokrasiye geçilecek, buralar cennete dönecek değildi ancak  en azından seçimle gelip seçimle gidecek yönetimlerin halka hesap verme mesuliyeti devreye girecek, o ülkelerin ekonomileri belki de zaman içinde rekabetçi bir yapıya kavuşabilecekti. Türkiye gibi bölge üstü bir ekonominin bu yeni tablodan elde edeceği büyük avantajlar vardı.

Ortadoğu’nun Yeni Gerçeklerini Türkiye mi Yarattı?

 Ortadoğu’da Irak ve Suriye’nin fiilen parçalanması, Arap Baharı’nın jeopolitik etkileri,  ulus-altı veya bölge- altı diyebileceğimiz yeni yapıların ortaya çıkması, radikal örgütlerin yükselişi gibi yeni gerçekler var.

 Bunların en önemlisi Türkiye’nin ortak sınırları paylaştığı iki ülke olarak Irak ve Suriye’nin siyasi bütünlüğünün ortadan kalkmasıdır. Bu ülkelerde başkentlerin artık ülkenin tamamında otorite kurmaları mümkün görünmüyor.

 Peki, sonuçları bölgenin geleceği açısından büyük stratejik riskler barındıran bu durum nasıl ortaya çıktı, bunun müsebbibi kimdir, hangi faktörler bu tabloda belirleyici oldu?

 Bu iki devletin - özellikle Suriye’nin etnik ve/veya mezhebî temelde parçalanmış olmasının sorumluluğunu Türkiye’nin izlediği politikalara yüklemeye çalışanlar var ancak Türkiye bu  iki devletin parçalanmasına yol açacak gelişmelerin önünde sonunda gelip kendisini aynı tehdit ile karşı karşıya bırakacağını bildiği için bu ihtimali önlemeye çalışmıştır. Türkiye güneyinde bin 295 kilometrelik sınırın istikrarsızlaşmasının ne anlama geleceğini bilmeyecek bir ülke değil.

 Bu noktada bazı sorular soralım:

 2003 yılında Amerika’nın Irak’ı işgaline Türkiye destek mi vermiştir?. Bu işgâle adeta bütün bölgeyi ayağa kaldırarak karşı çıkan ülke Türkiye değil miydi? İşgale haftalar kala bile Irak’a Komşu Ülkeler Platformu’nu üreten, savaşı engellemek için büyük mücadele veren, bu sebeple Amerika’nın tepkilerini çeken ülke Türkiye değil midir?

 -İşgalin ardından Irak’ın toprak bütünlüğü bozulmasın diye bütün etnik ve mezhebî grupları bir arada tutmak için özel gayret sarfeden tek ülke Türkiye değil midir?  Nuri el Maliki’nin İran ile işbirliği halinde Irak’ta mezhepçilik yapmasına karşı çıkan ülke Türkiye değil midir? Amerika’yı Maliki’nin bu politikaları konusunda uyaran, Maliki’nin kendisiyle deyim yerindeyse ‘papaz olan’ ülke Türkiye değil midir?

 -Tunus’tan başlayarak  Suriye’ye kadar bütün  Ortadoğu’yu sallayan,‘Arap Baharı’ jeopolitik depremini başlatan, yüz binleri, hatta milyonları sokaklara döken Türkiye miydi?    

 -Tunus’taki diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’yi, Mısır’daki Hüsnü Mübarek’i, Libya’da Muammer Kaddafi’yi canları pahasına sokaklara dökülen halklar mı devirdi, yoksa Türkiye mi?

 -Akdeniz’in doğusunda patlak veren bu kasırga, Akdeniz’in batısında Suriye sahillerine vurmayacak mıydı? Babası 1982’de Hama katliamını gerçekleştirmiş, nüfusunun ezici çoğunluğu Sünni Arap olan bir ülkede Nusayri azınlığın içinden çıkmış bir rejimin sahipleri bu kasırgadan etkilenmeyecek miydi? Tunus, Libya, Mısır diktatörlerinin halk hareketleriyle devrildiğini gören Suriye halkı aynı taleplerle sokağa çıkmayacak mıydı? 

 Bu soruların cevapları bellidir.

 Suriye’de 2011 Mart ayında Dera’da başlayan isyan Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yemen’de olanlardan bağımsız değildi. Ortadoğu’da bir yerde yaprak kımıldamaya başlarsa bölgenin her köşesinde bunun etkileri olur. Hele hele  yıkılmaz sanılan rejimlerin devrildiği bir ortamda Suriye’de azınlık grubunun temsilcisi olarak ülkenin başında duruyorsanız o rüzgârın sizi vurmayacağını düşünmek akıl ve mantıkla izah edilemez.

 Türk Dış Politikası üzerine eleştirel konuşmalar yapılabilir elbette, ama bunlar yukarıdaki sorulara bilgi, mantık ve vicdan ölçüleri içinde cevaplar verildikten sonra yapılmalıdır. Türkiye Beşar Esed rejiminin yerinde kalmasını istemiş ve sınırlarını hiç bir dönem muhalif unsurlara açmamış olsaydı bile Suriye’de bu iç savaş yaşanacak, onca kan dökülecek, milyonlarca insan göç edecekti. Kaldı ki, Suriye’de sokakların hareketlenmeye başlamasından sonra Suudi Arabistan gibi İslâm coğrafyasının pek çok yerinde yaygın bir cihatçı örgütler ağını kontrol eden bir ülkenin can düşmanı İran’ın müttefiki Suriye’ye karşı yıkıcı faaliyetlere girişmeyeceğini düşünmek için bölge cahili olmak gerekir. 

Türkiye izin vermeseydi cihatçılar Suriye sahasına giremezdi diyenlerin de bölge haritalarına bir kez daha bakmaları gerekir.  Suriye’nin tek sınırı Türkiye ile değildir, bu ülkenin Irak ile  600 kilometre sınırı var. Irak’ta radikal örgütlerin cirit attığı bölgelerden Suriye’ye kontrolsüz biçimde cihatçı akını oldu. 

Türk dış politikasında AK Partili yıllarda çok şey değişmiştir ama Türkiye’nin ülkelerin, hele hele komşu ülkelerin toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyeti değişmemiştir. Zira Türkiye, komşularındaki parçalanmanın orada sınırlı kalmayacağını, en azından büyük bir istikrarsızlık ve bölgesel çatışma dinamiğini tetikleyeceğini bilen bir ülkedir. Irak’taki işgale ve sonrasındaki mezhepçi politikalara bu sebeple karşı çıkmıştır. Güvenlik – İstikrar- Entegrasyon politikaları üzerinden bir barış ve refah arayışı Türkiye’nin temel dış politikası rotasıdır. 

Arap Baharı’ndan önce Türkiye bölge ülkeleriyle aynı yaklaşımın sonucu olarak iyi ilişkiler kurmuştu. O dönemde, demir yumruk altında da olsa istikrar ve güvenliği Kahire’de, Bağdat’ta veya Şam’da otoriter yöneticiler temin ediyordu. Türkiye’nin o dönemlerde, o rejimlerin deyim yerindeyse altını oyan politikalar izlediği iddia edilebilir mi?  Kaldı ki, Türkiye’nin böyle bir kapasitesi de yoktur. O ülkelerde sokaklar dalgalanmaya başladığında rejimler birer istikrar unsuru olmaktan çıkmaya başladı. Sokağa hâkim olamayacaklarını anladıklarında ya Mısır’daki gibi teslim olup çekildiler ya da Suriye’deki gibi tarihin gördüğü en büyük katliamlara giriştiler.

Türkiye’nin yaptığı şey, serbest seçimlerle ortaya çıkmış yönetimlerin rızaya dayalı olarak sağlayacağı bir istikrarı, ülkeyi baskıyla yöneten rejimlerin temin ettiği istikrara tercih etmekti. Türkiye, geçiş sürecinin kansız ve kamu otoritesini bozmadan sağlanması halinde elbette demokratik yönetimleri tercih edecekti, zira bunu kendi bölgesel entegrasyon politikalarıyla uyumlu görüyordu.

Resimler Değişir Süreçler Devam Eder

İçinden geçtiğimiz bu kaotik süreçte hem sahadaki hem diplomatik alandaki ittifak ilişkileri neredeyse aylık, hatta haftalık bazda değişkenlik gösterebiliyor. İstihbarat örgütlerinin sahada birlikte çalıştığı, sayıları bir ara bini geçmiş irili ufaklı örgütler sık sık saf değiştirebiliyor. Örneğin, PYD/ YPG örgütü, Suriye’deki çatışmalı süreçte kimi zaman Suriye rejimiyle, kimi zaman Amerika’yla, kimi zaman Rusya, zaman zaman IŞİD ile işbirliği yapabilmektedir.

 Türkiye’nin NATO içindeki en büyük müttefiki Amerika, Suriye sahasında Türkiye’nin en büyük küresel muarızı durumundadır. Türkiye, NATO içindeyken düşman konumundaki Rusya’yla Suriye sahasında bu kitabın yazıldığı sırada ‘ taktik ittifak’ içindedir.

Biri küresel diğeri bölgesel iki aktör olan Rusya ve Türkiye, sürecin belli bir döneminde  neredeyse sıcak çatışmaya girecek kadar bir gerilim içine girip (Rus uçağının düşürülmesi-Kasım 2014))  bir süre sonra üçüncü küresel aktöre karşı birlikte hareket edebiliyor.  (2016 Ağustos-Fırat Kalkanı ve Afrin harekâtları-2018 Ocak)

2014 sonunda uçak krizi devam ederken PYD/YPG’ye sofistike  silâhlar veren Rusya, Ocak 2018’de Afrin’de PKK’yı deyim yerindeyse Türkiye’ye teslim etmiştir.

Sahadaki tablo böylesine değişken / oynak olunca, bütün aktörler neredeyse günlük bazda durum değerlendirmeleri yaparak ilerliyor. Olayların nereye evrileceğini bilen, bütün resme hâkim olan veya o resmi kendi gündemine göre şekillendirebilen net bir aktör yok. Pazarlıklar, bir adım ileri iki adım geri ya da tam tersi bir seyirde yürüyor.

Hal böyle olunca, günlük resimlere bakarak analiz yapmaya çalışmak son derece yanıltıcı olacaktır, süreçleri takip etmek en doğrusu gibi görünüyor. Bu konuları değerlendirirken,   olayların geldiği noktaya bakıp geçmişte alınan kararları mahkûm etmek gibi bir yaklaşımın da devrede olduğu görülüyor. Mesela, ‘Beşar Esed devrilecek diyerek bu hamleleri yaptınız ama bakın devrilmedi. Demek ki o politika hatalıydı’ deniliyor.

‘Eğer rejim devrilecekse halkın yanında dururum, devrilmeyecekse rejimin yanında olurum’ mantığıyla bir politika kurulamaz. O politikanın, yıllara sâri süreç içinde hangi başka faktörlerin devreye girmesiyle artık ‘yanlış’ olmaya başladığı analizin içine dahil edilmiyor. 

2011 Ocak ayında Mısır’da başlayan gösterilerin 17 gün içinde Hüsnü Mübarek gibi bir diktatörü devirebileceğini kim öngörebilirdi?  2011 yılı Haziran- Temmuz aylarında,  Libya’da Muammer Kaddafi ve Mısır’da Hüsnü Mübarek gibi iki büyük diktatör gümbür gümbür devrilmişken kendi ülkesinde azınlığı temsil eden Beşar Esed’in ayakta kalabileceğine kaç kişi inanıyordu?  Rusya’nın rejimin arkasında sonuna kadar duracağı tahmin edilebilirdi, peki ama Amerika’nın rejimin devrilmesi politikasını hem de aradan bir yıl bile geçmeden, 2012 Eylül ayından itibaren yüz seksen derece değiştirebileceği tahmin edilebilir miydi?

Mısır’da rejim sallanırken, Türk Başbakanı çıkıp Mısır liderine  ‘kefenin cebi yok, halkına kulak ver ve çekil’ çağrısı yaptığında, o konuşmayı Tahrir meydanında canlı olarak dinleyen yarım milyondan fazla Mısırlı genç ‘Türkiye Türkiye’ diye tezâhürat yapmaya başlamıştı.  Hüsnü Mübarek, o konuşmayı izleyen günlerde devrilmişti. Ardından, Mısır’da Türkiye ile stratejik ittifak kurmaya hazırlanan Muhammed Mursi yönetime geldi.

O günlerde Türk dış politikası için ‘başarısız’ demek mümkün müydü?

Başbakan Erdoğan’ın o konuşmasından sonra Hüsnü Mübarek devrilmemiş ve yönetimde kalmış olsaydı Türk dış politikası başarısız mı olacaktı? Nitekim iki yıl sonra statükocu güçler bir karşı darbeyle seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’yi devirdiler ve Hüsnü Mübarek’in devamı sayılabilecek Abdülfettah Sisi’yi iktidara getirdiler.

Türkiye’nin Mısır politikası o anda başarısız hale mi dönüştü?

Bunları, Türkiye’de dış politika analizlerinin doğru bir zamanda ve zeminde yapılmadığını göstermek için yazıyoruz. Hamleler eleştiri konusu yapılabilir, doğru ya da yanlış olduğu yazılabilir ama izlenen stratejik yaklaşım hakkında geçici tablolara bakarak tümden doğru veya yanlış diye hüküm verilemez. Zira, sahada pek çok faktörün devrede olduğu dinamik bir süreç yaşanıyor. 

Bir başka örneği IŞİD ve Irak üzerinden verelim.

IŞİD, 2014 Haziran ayında Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u ele geçirdiğinde bu durum   Ortadoğu’da travmatik bir etki yaratmıştı. Radikal bir örgüt, İngiliz-Fransız diplomatlarının 1916’da çizdiği Suriye- Irak haritasını değiştirmiş oluyordu. Suriye ve Irak’ın Sünni nüfusun yoğun olduğu bölgeleri fiilen IŞİD bayrağı altında birleşmişti.

O günkü ‘resim’ oydu.

Bütün dünyada ortalığı bir anda ‘IŞİD devleti’ analizleri kapladı. Bu yeni durum sanki kalıcı gibi görünüyordu.

Aradan üç yıl geçmeden IŞİD örgütü sadece Musul’dan değil, Suriye’de Rakka- Deyrizor bölgesindeki ana karargâhından bile çıkartılmıştı, bırakın IŞİD devletini, sahada örgüt olarak bile dize getirilmiş durumdaydı.

Görüldüğü üzere, resimler değişiyor ama süreç son tahlilde nereye bağlanacağı belli olmayan bir biçimde devam ediyor.

Bir başka örnek verelim:

KDP’li Kürt gruplar, IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği günlerde ‘fırsattan istifade’ ederek Irak anayasasında ‘tartışmalı bölgeler’i ele geçirdi. Bu tartışmalı bölgeler arasında Türkiye’nin Irak’ın işgal edildiği 2003 yılından beri nihai statüsü üzerinde hassasiyetle durduğu  Kerkük de vardı. Muhtemel bir ‘Bağımsız Kürt Devleti’nin yaşayabilmesi için Iraklı Kürt grupların Kerkük petrollerini ele geçirmesi şarttı.

Ve işte şimdi ele geçirmişlerdi.

Irak’ın kuzeyinden o gün yansıyan resim öyleydi ve yine gayet travmatikti.

Nitekim, Kürdistan Demokrat Partisi (KDP), tartışmalı bölgeleri güç kullanarak ele geçirmesinden üç yıl sonra  bölgede  bağımsızlık referandumu yapıp halktan bağımsızlık için onay aldığını ilan etmişti.

Peki, sonra ne oldu?

2017 yılında, referandum hamlesine cevap olarak Bağdat’taki merkezi yönetim karşı harekete geçip bütün Kürt grupları tartışmalı bölgelerden fiili güç kullanarak attı. O bölgeleri bütünüyle merkezi yönetimin kontrolü altına aldı. Mesut Barzani’nin liderliğindeki KDP, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu.

O bölgede de artık kalıcı olup olmadığını bilemediğimiz  ‘yeni bir resim’ var.

Türkiye’den de bir örnek verelim:

Türkiye, 2009 yılında mesafe almaya başladığı Kürt sorununa çözüm sürecini 2013 Mart ayında en ileri noktasına taşımıştı. Öcalan’la yapılan görüşmelerin geldiği noktada, PKK silâhlı kadrolarını Türkiye’den çıkartmaya başlamıştı.

100 yıllık sorun çözülüyordu.

 ‘Resim’, o gün öyleydi.

 Ama, o resim öyle kalmadı.

Bundan bir-iki yıl sonra ortalığın yeniden kan gölüne döneceğini kimse tahmin edemezdi. Suriye’deki gelişmeleri kendileri için çok daha elverişli gören PKK yönetimi bütün süreci berhava etti. Sonraki bir yıl içinde kan gövdeyi götürmeye başladı.  

O konuda da artık yeni bir ‘resim’ var ama ‘süreç’ devam ediyor.

Eski ve Yeni Kuşak Hariciyeciler

Türk dış politikasına yönelik eleştirilerini sık sık dinlediğimiz kesim ‘emekli diplomatlar’ ya da eski tâbirle ‘Hâriciyeciler.’

Harbiye’yi bir kenarda tutarak belirtelim ki Hâriciye, Mülkiye ve Mâliye ile birlikte Osmanlı’dan beri devleti ayakta tutan üç temel sütundan biridir. Devletin bu üç sütunu, kendilerine has bir kurumsal kültüre sahiptir. Devletin öteden beri en nitelikli insanları buralarda ve bu kurumsal geleneğin içinde yetişmiştir.

Hâriciyeciler, Harbiye, Mülkiye ve Maliye’den ayrı olarak mesleğin özelliği itibariyle dışarıyla sürekli bir temas halinde bulunduğundan, kadroları dünyayı da bilen insanlar olarak belki de devlet kurumları içinde en nitelikli kadrolardır. Bu kadroların önemli bir bölümü bugün Türkiye’nin takip ettiği dış politikaya dönük eleştiriler getiriyor. Yıllarını devlete vermiş, dışarıda ülkeyi temsil etmiş, tecrübeli insanlar olduğu için söylediklerini dikkatle dinlemek, mümkün olduğunca bu kadrolardan faydalanmak aklın ve mantığın icabıdır. [4] Sıkıntı şurada ki, bu eski diplomatların pek çoğunun analizlerinde görülen ortak nokta, bunların Soğuk Savaş yıllarının mantığı içinde biçimlenmesi ve o dönemin mantığını ve ruhunu yansıtması.

Bu isimlerin Arap Baharı’ndan sonra uzunca bir süre seslendirdiği görüş şuydu: ‘Türkiye, müttefikleriyle ilişkilerini bozmamalıdır.'  İngiliz, Fransız ve Alman hariciyesinde de acaba ‘Müttefikimiz Türkiye ile ilişkilerimizi bozmayalım’ diyen emekli hariciyeciler var mıdır bilemiyoruz, ama bu ilişkiyi hangi tarafın daha fazla bozduğu tartışılabilir.

Kesin olan şudur ki, Türkiye 2014 yılından itibaren Suriye sahasında müttefiklik hukuku ile bağdaşmayacak bir muameleye mâruz kalıyor. En büyük müttefiki Amerika Birleşik Devletleri, PKK’ya şu satırların yazıldığı sırada 4 bin 900 tır dolusu silâh ve mühimmatı teslim etmiş durumda. Bu müttefik, Türkiye’nin neredeyse bütün güney sınırlarını PKK'nın kontrolüne bırakmakta bir beis görmüyor. Aynı müttefik, ülkede darbe tezgâhlayan, Meclis’i bombalayan, Cumhurbaşkanına suikast planlayan örgütün başını ülkesinde barındırmakta, ona hâmilik etmektedir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye nasıl gerek yoksa, 15 Temmuz darbe girişiminin Gülen örgütünün sevk ve idaresinde gerçekleştiğini ‘keşfetmeye’ de gerek yoktur. Onlarca iddianamede yer alan yüzlerce ifade, iletişim kayıtları, olaylar, kişiler, olgular, dahası itiraflar bu durumu apakçık ortaya koymuş durumda. Durum böyleyken bile kendisine teslim edilen yüzlerce klasörden oluşan kanıt dosyasına rağmen örgüt liderini ne iade etmeye yanaşıyor ne de kendi ülkesinde derdest ediyor. Bunu, Türkiye ile arasındaki suçluların iadesine ilişkin mevcut anlaşmayı da yok sayarak yapıyor. 

Özetle, olaylar ve olgular Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’yi bir müttefikten ziyade bir hasım gibi gördüğünü açıkça gösterirken ‘Müttefikimizle ilişkimizi bozmayalım’ diye konuşmanın mantığı nedir?  

Türkiye’nin NATO içinde Avrupa’daki en önemli müttefiklerinden biri Almanya’dır. Alman müttefikimiz 15 Temmuz darbesinden sonra kendisine sığınan Fethullah Gülen örgütü mensubu ‘subaylara’ sığınma hakkı verebilmiştir. Alman istihbaratının başında bulunan Bruno Kahl, ‘15 Temmuz darbe girişimini Gülen Cemaati’nin yaptığına inanmıyorum’ diyebilmiştir[5] Türk Cumhurbaşkanının uydu- telekonferans aracılığıyla Almanya’daki bir toplantıda konuşma yapmasına izin vermeyen Alman makamları Kandil’den PKK'nın lider kadrosunun PKK mitinglerine hitap etmesine izin vermekte bir beis görmemiştir.

İyi geçinmemiz gerektiği söylenen müttefikler bunlar.

Eski kuşak Hariciyecilerden bir kısmının ortak görüşü, ülkedeki muhalefetin de seslendirdiği görüştür: ‘Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım.'

Arap Baharı’nın patlak vermesinden bu yana geçen sekiz yıl, bu yaklaşımın hayatın gerçekleriyle uyuşmadığını kanıtlamıştır. Ortadoğu dediğimiz coğrafya bizim coğrafyamızdır ve ister çiçek bahçesi ister bataklık olsun bize etkileyecektir. Çiçek bahçesi ise oradan gelen çiçek kokularını içinize çekeceksiniz, eğer bataklık ise o sizi  terör eylemleriyle, mülteci akınlarıyla veya yanıbaşınızdaki ülkelerin dağılma sürecinin yarattığı jeopolitik risklerle karşı karşıya bırakacaktır.

Amerika’nın 2003’ten bu yana Irak’ta takip ettiği politikalar bu ülkeyi fiilen parçaladı. 2013- 2014’ten sonra bu politikanın bir benzeri Suriye’de de devreye sokuldu. Bu iki ülke, Türkiye’nin bin 200 km'lik güney sınırını teşkil ediyor.

Eski kuşak diplomatların 40 yıllık zihinsel refleksleri  aşabilmeleri zor olabilir ancak yine de ülke bu isimlerden yeni şartlara uygun yeni şeyler söylemelerini bekliyor. Soğuk Savaş dönemlerinde görev yapmış eski kuşak diplomatların meşgul oldukları çetrefilli konular daha çok Yunan-Kıbrıs- Ege meseleleri ve Avrupa Birliği (O zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu veya Avrupa Topluluğu) işleridir. Soğuk Savaş döneminde uzun yıllar Hariciye’nin başında bulunmuş bir İhsan Sabri Çağlayangil’in ya da yine Soğuk Savaş yıllarında 35 yıl Hariciyeci olarak çalışmış, bakanlık müsteşarlığına kadar yükselmiş Kâmuran Gürün’ün hatıralarını okuduğunuzda bunları görürsünüz. Bu hatıratlardan Yunanistan ve Kıbrıs konusunu çıkarttığınızda  pek fazla  bir şey kalmaz.

O günlerde ittifak ilişkileri bugünkü gibi neredeyse hafta hafta, ay ay değişen ilişkiler değildir. Savaş’ın iki kutuplu dünyasında bu mümkün değildir. Karşınızdakiler, nihayet patronları belli iki rakip blokun içinde yer alan bu oturmuş dengeler içinde ülkelerini temsil etmeye gayret eden hariciyecilerdir. O dönemin diplomatları mesleklerini ağırlıklı olarak Brüksel, Strazburg, Cenevre, Paris gibi şehirlerde ve buralardaki NATO’nun, CENTO’nun, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) binalarının koridorlarında icra etmişlerdir.

 Çift kutuplu dünyada, içinde bulunduğunuz kutbun dışında olup bitenlere bakma, oralara müdâhil olma durumunuz yoktu. Müdâhil olmanızı gerektirecek muazzam kaynaşmalar da olmuyordu zaten.

 Coğrafyamız, artık o eski diplomatların görev yaptığı Soğuk Savaş yıllarındaki gibi durgun ve durağan değil. Öyle bir uluslararası konjonktürde değiliz artık. 

O dönemin diplomatlarının işleri kolaydı demek istemiyoruz, o günlerde de yakıcı gündemler vardı elbette, Kıbrıs Barış Harekâtı, İran İslâm Devrimi ve bunun yansımaları, Ermeni ASALA örgütünün Türk diplomatlarına yönelik suikastleri o dönemin yakıcı konuları arasındadır. Burada vurgulamaya çalıştığımız şey, ölçek farkıdır.

 O dönemde mesela, Atina gibi bir başkentte görev yapmak ‘ateşten gömlek’ ti; bugün Atina’nın Türk dış siyasetindeki ağırlığı nedir?  Bugün Atina’nın Türk diplomasisi için önemi  örneğin bir Bağdat’ın veya Tahran’ın önemiyle kıyaslanabilir mi? Bağdat ve Tahran dünün Hariciyecilerinin burun kıvırdığı, bir an önce Batı’ya tayin için gün saydıkları başkentlerdi. [6]

Brüksel’de görevli diplomatlar bağışlasınlar ama bugün  ‘NATO başkenti’nde görev yapmanın bile ancak kendince bir ağırlığı olabilir. Bugün, hakkı verilebilen bazı kritik noktalardaki Başkonsolosluklar bile pek çok batı başkentindeki Büyükelçiliklerden çok daha anlamlı ve işlevseldir.

Soğuk Savaş sonrasında, hele hele Arap Baharı’ndan sonraki  kaotik dönemde, Türkiye’nin etrafındaki jeopolitik depremin sarsıntıları Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nın adeta duvarlarında hissediliyor. Hariciye’de böyle bir dönemde görev yapmış diplomatların, örneğin bir Feridun Sinirlioğlu’nun veya Ümit Yalçın’ın – eğer yazarlarsa, hatıraları acaba kendisinden öncekilerin yazdıklarına benzeyecek midir?

 Velhasıl, tecrübe önemlidir elbette ancak, bütün meslek hayatı o dönemin içinde geçmiş eski Hariciyecilerin analizlerinin bugünkü jeopolitik tabloda yaraya merhem olur tarafı yok. 

 Türkiye’nin izlediği dış politikaya karşı alternatif politikalar nedir diye sorulduğunda, karşımıza bölgenin yeni gerçeklerine hitap edebilecek somut, uygulanabilir, tutarlı bir alternatif yaklaşım çıkmıyor.

 ‘Müttefiklerimizle ilişkilerimizi bozmayalım’ ve ‘Ortadoğu’da ne işimiz var?’ ifadeleriyle özetlenebilecek şekilde, bırakın sahayı, teorik düzeyde bile hiçbir geçerliliği kalmamış yaklaşımlar sergileniyor. Bu eski kuşak diplomatlardan henüz derinlikli  ve yaraya merhem olabilecek bir alternatif stratejik analiz dinleyemedik. Bütün bölge muazzam bir jeopolitik depremle sarsılırken, Soğuk Savaş yıllarında izlenen Washington / Brüksel merkezli izolasyonist politikalara dönüş öneriliyor.

 ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözünün dünkü ve bugünkü anlamı

  ‘Ortadoğu’daki işlere  karışmayalım’ görüşünü Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ düsturundan destek alarak kuvvetlendirme gayretleri görülüyor. Örneğin Ertuğrul Özkök, “Şimdi artık bir zamanlar “Monşer” diye aşağılanan bilge diplomatlar dönemine, yani Atatürk’ün, “Yurtta sulh, cihanda sulh” bilgeliğine dönme zamanıdır” diye yazıyor. [7]

 Atatürk’ün o sözü hangi  jeopolitik şartlar içinde söylediği bellidir. Devir, 1920’lerdir. 

Atatürk, topraklarının ve nüfusunun büyük bölümünü savaşlarda kaybetmiş, zayıf düşmüş, kurtarabildiği topraklar üzerinde ayakta durabilme mücadelesindeki bir Türkiye adına konuşuyordu. Türkiye, Atatürk’ün kendi sözleriyle,Uçurum kenarında yıkık bir ülke... türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... yıllarca süren savaş’ tan çıkmış bir ülke’ydi. [8]

  ‘Yurtta sulh cihanda sulh’,  genç Türkiye Cumhuriyeti’nin savaşlardan sonra toparlanma ihtiyacının bir ifadesidir. Profesör Baskın Oran, ‘statükoculuğun düsturu sayılabileceğini’ söylediği o ifadenin hangi şartlar içinde ifade edilmiş olduğunu anlatırken şöyle yazıyor : "Kurtuluş Savaşı sonrasında, Türkiyenin tehdit edilmedikçe dışa dönecek hali yoktu. Dönem, 'kuruluş’ dönemiydi; içte rejimin ve devletin sağlamlaşması dönemiydi. Yaraları sarmak, Batıcı reformları yapmak, ayrıca, süregelen Kürt ayaklanmalarını bastırmak gerekiyordu. Bu arada da kimi liderlerin tasfiyesi sorunu vardı…”[9]

 Kaldıki, ‘yurtta sulh cihanda sulh’ gibi insani bir yaklaşıma kimin ne itirazı olabilir? Bu düstur, bugünkü şartlar ve keskin jeopolitik rekabet içinde bir stratejik yaklaşımdan ziyade bir temenninin ifadesidir.  

 Türkiye’nin aktif olarak içinde yer almadığı hiçbir bölgesel gelişmede etkin olamayacağı ortada. 'Karışmayalım', 'karışmasaydık' diyenler şu sorunun cevabını vermelidir: Acaba, Suriye’deki gelişmelere karışmasaydık, Suriye’nin kuzey bölgeleri Kamışlı’dan Afrin’e kadar  PYD/YPG’ye bırakılmayacak mıydı? Bir başka ifadeyle, Amerika’nın Suriye’nin kuzeyine dair tasavvuru başka türlü mü olacaktı? Eğer Türkiye karışmayıp Fırat Kalkanı ve Afrin harekâtlarını yapmamış olsaydı durumumuz daha mı iyi olacaktı?

 Mustafa Kemal Atatürk gerçekçi ve vatansever bir askerdi. Bugün yaşıyor olsaydı, Türkiye güneyinden varlığına kast etmiş örgütler tarafından kuşatılırken acaba,  ‘yurtta sulh cihanda sulh’ diyerek buna sessiz mi kalacaktı? Kaldı ki, 1930’ların sonuna doğru Hatay konusunda sergilediği hassasiyet ortadadır. Hatay’ın haritadaki konumuna bakanlar, bugün Türkiye’nin Afrin’e yönelik askeri harekâıyla o gün Atatürk’ün Hatay konusunda gösterdiği hassasiyet arasındaki stratejik mantık devamlılığını görür.

 2003 yılında Amerika ile birlikte Irak’a girmenin neden gerekli olduğunu anlatırken,

‘Türkiye’nin bölgenin en güçlü ülkesi’ olduğunu, ‘kendi bölgesindeki gelişmelere bigâne kalamayacağını’ anlatanlar, bu dönemde bölgenin kaderi çizilirken neden Türkiye’yi sahadan uzak tutmaya çalışan yazılar yazdıklarını izah etmelidir. 2003 yılında kaleme alınan şu satırlar Ertuğrul Özkök’e aittir:

 “Kendi kendimize şu soruyu sormalıyız: Bu savaşın sonunda oluşacak yeni durumlara ‘Bize ne’  diyebilecek miyiz? Bu bölgede güç dengeleri yeniden oluşurken biz kenarda oturup,  ‘Ne hallere varsa görsünler’  diyebilecek miyiz? …Bu bölgede sınırlar son defa çizilirken biz ne yazık ki mağluplar tarafındaydık. 1900’lerin başıydı ve biz büyük bir imparatorluğu tasfiyeye uğraşıyorduk. Bakın bunun sonuçları ne oldu, o masada olmayışımızın bize ve bölgeye maliyeti nedir bir bakın… Bu bölgedeki son düzenlemelerde biz güçsüz bir imparatorluk artığından ibarettik. Bugün ise bölgenin en güçlü devletiyiz. O gün bize rağmen çizilen sınırların  bugün yine bize rağmen yeniden şekillenmesinin dışında kalamayız. Bunun dışında kalmak bölgede güçlü ve büyük devlet olmak iddiasını kaybetmek anlamına gelir. Türkiye,’Ben bunun dışında kalacağım’ dediği takdirde 50 yıl bedelini ödemek zorunda kalabilir. ‘[10]

 Türkiye, Soğuk Savaş yıllarında da Ortadoğu meselelerine müdahil olmuştu ama bu bunların çoğu içine girmeye çalıştığı veya içinde bulunduğu blok adına yapılan müdahalelerdi. Türkiye, 2003 yılından itibaren Ortadoğu’da kendisini doğrudan etkileyecek gelişmelere ‘kendi adına’ müdahil olmaktadır. ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ düsturunu çarpıtarak, Türkiye’ye sen kendi coğrafyanda olup bitenlere  ‘karışma’  mesajı verenler muarız aktörlerin ekmeğine yağ sürüyor.

 'Karışmayalım' diyenlere bir not olarak yazalım:

 Irak enerji hatları haritasına bakanlar görebilir, 1935 – 1948 arasında İngilizlerin yönlendirmesiyle devreye sokulmuş  Musul (Irak) - Hayfa  (İsrail) petrol boru hattı bugün bir ölü hat olarak orada duruyor.  942 kilometrelik bu hat vaktiyle Musul’dan Hayfa’ya ham petrol taşıyor, petrol Hayfa’daki rafinerilerde işleniyor, sonra da bölgedeki İngiliz ve Amerikan kuvvetlerinin yakıt ihtiyacında kullanılıyordu. 1948’de Arap- İsrail savaşının çıkması ve Irak’ın İsrail’e petrol pompalamayı durdurması üzerine bu boru hattı kapatılmıştı.

 Irak ‘ın kuzey bölgelerinden çıkan petrol bugün sadece Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara (Kerkük- Yumurtalık hattı) ulaştırılıyor. Bu boru hattı Türkiye’nin elindeki en önemli jeopolitik kozlardan biridir.  Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgelerinde varlığı tespit edilmiş muazzam miktarda petrol ve doğal gazın da uluslararası pazarlara yine Türkiye toprakları üzerinden iletilmesi – bu süreç başlamıştır-  Türkiye için hayati önemdedir.   'Karışmayalım' denilen coğrafyada güç ilişkilerinin değişmesi bu hatların güzergâhlarının da değişmesi anlamına gelir. 'Karışmayalım' diyenler Irak çıkışlı petrolün Kerkük- Yumurtalık üzerinden akmasının önemli olmadığını mı söylüyor?   

 Bir petrol ve doğal gaz devi olan Rusya’nın Kuzey Irak sahasında ciddi yatırımlar yapmaya başladığı, oradaki şirketleri satın almaya veya ortak olmaya başladığı görülüyor. Rusya’nın oradaki petrol ve gazı Türkiye üzerinden değil de Suriye toprakları üzerinden Akdeniz’e ulaştırmak istemeyeceğini nereden biliyoruz ?

 Türkiye’yi by pass edip mesela Suriye toprakları üzerinden Akdeniz’e ulaşacak Irak Arap ve Irak Kürt petrolü bölgedeki resmi bütünüyle Türkiye’nin aleyhine çevirmeyeceğini mi iddia ediyorlar?

 Türkiye Irak çıkışlı enerji kaynaklarının Akdeniz’e erişim yolları üzerinde denetimini kaybettiği an başka şeyleri de kaybetmeye başlayacaktır. PKK kantonlarının hangi güzergâh üzerinde kurulmakta olduğu görülmüyor mu?

  ‘Bölgeye karışmayalım’ yaklaşımının, Türkiye’nin bölgedeki yeni profilinden rahatsızlık duyan aktörlerin pozisyonlarıyla birebir uyum içinde olması dikkat çekicidir. İktidardaki partiye duydukları öfke, bazı aydınları Türkiye’nin karşısındaki aktörlerin pozisyonlarına destek olmaya kadar götürebilmiştir.

 Türk Dış Politikası 2003-2018 arasında geçmiş yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde özerk bir çizgide yürütülmüştür. Küresel güçlerle, özellikle Amerika ile patronaj ilişkisi bu dönemde neredeyse sıfırlanmıştır. (Amerika ile Krizler bölümünde özerk dış politikanın somut örnekleri anlatılmıştır)

 Türk dış siyasetinin geçmişinde real politiğin baskısı altında, daha doğrusu Amerika ve Batı ile patronaj ilişkisinin birer yansıması sayılabilecek kararlar vardı. Türk devletinin ve milletinin hatırlamak istemediği utanç verici pozisyon alışlardı bunlar. Bunlardan birkaçını hatırlatırsak bugünkü ‘millî duruş’un değeri daha iyi anlaşılacaktır.

 İsrail’i Tanıyan İlk Müslüman Ülke

1948’de İsrail kurulduğunda üzerinden bir yıl bile geçmeden Mart 1949’da onu tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye olmuştu. O zamana kadar 30 devlet İsrail’i tanımış ama tek bir Müslüman ülke bile tanımamamıştı. Filistin topraklarını işgal eden, Filistinlileri sürgüne gönderen bu devleti tanımak için Türkiye acaba neden bu kadar acele etmişti? Türk halkı devletin İsrail’i tanıma kararından, hele hele bunu yapan ilk Müslüman ülke olma kararından memnun muydu? Arap ülkeleri ve daha geniş ölçekte İslâm dünyası Türkiye’nin aldığı bu kararı nasıl karşılamıştı. Avrupa’daki Hıristiyan ülkeler Müslüman Türkiye’nin aldığı bu kararı nasıl değerlendirmişlerdi?

 Kim ne derse desin Filistin topraklarını yüzlerce yıl yönetmiş, o topraklarda bir Yahudi devleti kurulması için kendisine teklif edilen mali yardımı reddetmiş bir devletin mirasçısı olan Türkiye’nin İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması travmatik bir durumdur. Baskın Oran’ın editörlüğünde yayınlanan Türk Dış Politikası adlı kitapta Çağrı Erhan ve Ömer Kürkçüoğlu imzalarıyla kaleme alınan bölümde Türkiye’nin İsrail’i neden tanıdığına ilişkin şu satırlar var :

  “ Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı Batı yanlısı dış politika bu kararın alınmasını gerektirmekteydi... Kuruluş çalışmaları devam eden NATO’ya üye olmayı arzulayan Türkiye, dış politikasını muhtemel müttefiklerinin dış politikalarıyla uyumlaştırmayı zorunlu görmekteydi. Ayrıca Sadak, ( Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak- G.Z) Nisan başında Washington’da Başkan Truman ile bir görüşme yapacaktı. ABD’den daha fazla siyasi ve mali destek bekleyen Ankara, katıksız bir İsrail yanlısı tutum sergileyen Truman’a bir jest yapmayı düşünmüştü.”[11]

 Cezayir’e Sırtını Dönmek

 Soğuk Savaş yıllarında benzer bir travmatik karar Cezayir konusunda alınmıştı. 1954 ile 1962 yılları arasında Cezayirliler FLN ( Front de liberation nationale, Milli Kurtuluş Cephesi) öncülüğünde Fransa’ya karşı büyük bir kurtuluş  mücadelesi verdi. Sömürgeci Fransa’ya karşı kendi topraklarını savunuyorlardı. Bu mücadelede bir milyondan fazla Cezayirli hayatını kaybetmişti.

1957’deCezayir, Fransız sömürgeciliğinden bağımsızlığı gündeme geldiğinde Türkiye kendi kimliğiyle kendi tarihini inkar edercesine bu karara destek vermemiştir. Türkiye orada Cezayir’in değil Fransa’nın yanında oy kullanmıştı. Cezayir’in ilk Cumhurbaşkanı Ahmet Bin Bella, Türkiye’nin BM’de Fransa lehine oy kullanması konusunda çok büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını, Türklerin İstiklâl Harbi’ni desteklediklerini, kendilerinin de aynı mücadeleyi verdikleri bu dönemde Müslüman bir ülkeden böyle bir karar beklemediklerini söylemişti.

Cezayir’in ikinci Cumhurbaşkanı Bumedyen ise, iktidardaki ilk günlerinde yaptığı açıklamalarda Türkiye’ye dargın ve kızgın olduklarını, Türkiye’nin hep Fransa’nın yanında yer aldığını belirtiyordu. Bundan yıllar sonra Turgut Özal bir Cezayir seyahati sırasında bu ülkeden geçmişteki kararlar yüzünden özür dilemişti. Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu’nun birlikte kaleme aldıkları ve 1950’lerde Türkiye’nin Ortadoğu’yla ilişkilerini değerlendirdikleri yazıda şu satırlar var :

 “ Türkiye, Batı ile ilişkilerini bozmamak, sadık bir müttefik olduğunu göstermek adına Ortadoğu’daki bağımsızlık savaşlarına karşı bir politika da izledi. Emperyalizme karşı Türk bağımsızlık savaşının Üçüncü Dünya’daki önemi düşünüldüğünde Menderes hükümetinin 1954’te başlayan Cezayir’in Fransa’ya karşı yürüttüğü bağımsızlık savaşındaki tutumunun bölge ülkeleriyle ilişkilere ne denli bir darbe vurduğu açıktır.” [12]

 Süveyş Krizi’nde İngiltere ve Fransa’yı Desteklemek

Temmuz 1956’da Mısır’daki Arap milliyetçisi Nâsır yönetimi Süveyş Kanal Şirketi’ni devletleştirdiğini açıkladı. Bu onun hakkıydı.  Kanal İngiltere’nin kontrolü altındaydı. Nâsır’ın bu karar üzerine İngiltere ve Fransa kıyameti koparttı.  Bu iki ülke Basra Körfezi’nden aldıkları petrolü Süveyş Kanalı üzerinden taşıyorlardı.  Gerilim, 26 Temmuz’da çatışmaya dönüşmüş, - İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır’a saldırmıştı. Türkiye, bu krizde  İngiltere ve Fransa’nın yanında yer almıştı.

 Türkiye, 16 Ağustos 1956’da Londra’da yapılan  ve Mısır’ın katılmayarak protesto ettiği Kanalı Kullananlar Birliği Konferansı’na katılmış ve burada sunulan Dulles Planı’na destek vermişti. Türkiye’yle aynı blok içinde yer alan Yunanistan bile Mısır ile dayanışma göstererek bu toplantıya katılmamıştı ama Türkiye katılmıştı. Konferansta

Türkiye’yi temsil eden Büyükelçi Muharrem Nuri Birgi,

şöyle konuşuyordu:

  “Biz müslüman bir milletiz... Arap ülkelerinin, hürriyet ve bağımsızlıkları için yapmakta oldukları mücadelede onlarla birlikteyiz. En büyük arzularımızdan biri de, Arap ülkelerinin bir an önce bağımsızlıklarına kavuşmalarıdır. Fakat, Süveyş Kanalı’nın tarafsız ve uluslararası bir idare ve kontrole konulmasında Mısır’ın bağımsızlığına ve onuruna gölge düşürecek bir nokta göremiyoruz’ şeklinde Dulles Planı’nın lehinde açıklamalarda bulunmuştur.” [13]

 Mısır ile İngiltere ve Fransa arasındaki bu sorun çözülemeyince iş sıcak çatışmaya dönüştü. İsrail o sırada, İngiltere ve Fransa adına Mısır’a karşı saldırıya geçti. İngiltere ve Fransa da kanal bölgesine asker çıkarttı. Soğuk Savaş yıllarının çatışmaya dönüşen önemli krizlerinden biri buydu.[14]

 Kendi sınırları içindeki Boğazlar’dan geçiş üzerinde egemenlik mücadelesi vermiş olan Türkiye, Mısır’ın bu hakkını tanımakta imtina ediyordu. Bunun sebebi Mısır’ı haksız bulmasından ziyade içinde bulunduğu Batı blokuyla dayanışma içinde olma mecburiyetiydi, bir başka deyişle Türkiye kendi fikrini değil Batı’nın fikrini seslendiriyordu.

 Sırtında Hançerle Dış Politika Yürütmek

‘Türkiye, çadırını sırtlanların yolu üzerine kurmuştur’ sözü, hem Türkiye’nin stratejik konumumun rakip güç merkezlerinin gözündeki değerini anlatır, hem de rakiplerin karakteri hakkında bir fikir verir.

Türk devleti 2011’den itibaren Ortadoğu’da sadece bir dış politika yürütmüyor, bir beka mücadelesi veriyor. Bu mücadelede devletin elindeki en önemli güç unsuru elbette Türk Silâhlı Kuvvetleri idi. Rakip aktörlerin Türkiye’ye en büyük darbeyi indirdiği yer de orası oldu.

Bu mücadeleyi verirken, Türkiye ordusundaki 325 generalin neredeyse yarısının ihanet içinde olabileceğini düşünmemişti. Silâhlı Kuvvetlerde ‘General’ üniformasını giyenlerin içinde tespit edilebilen 171 ismin  rakip aktörlerle ‘Pensilvanya bağlantılı’ olduğu ortaya çıktı.

İhanet bununla sınırlı değildi.

Türk Hava Kuvvetleri’ndeki savaş pilotlarının neredeyse yarısı FETÖ bağlantılı çıktı.

Yani, devlet jetlerini emanet ettiği 250 pilotun sadakatinin kendisine ait olmadığını görüyordu. Aidiyetlerinin bu vatana olmadığını, kendi insanlarını ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombalayarak gösterdiler. 

 Türkiye bu ihanet yüzünden güney sınırlarında büyük bir mücadele verirken neredeyse uçak uçuramaz hale geldi.

 Türkiye’nin en önemli güç unsuru olan Türk Silâhlı Kuvvetleri böylesine hassas bir süreçte  içeriden çökmüş, çökertilmiştir. Türkiye, son kertede toprak bütünlüğünü koruyabilmek için vermekte olduğu bir mücadelede tarihinin en büyük ihanetiyle karşı karşıya kaldı.

 Türkiye, böylesine büyük kavgaya bünyesinde böylesine bir ihaneti barındırırken girmiş olduğunu 2016 yılı Temmuz ayında görebildi. 15 Temmuz darbesi başarılı olsaydı Türkiye’nin felâketi olacaktı. Başarısız olması 15 Temmuz olayını bir  ‘Vak’ayı- Hayriyye’ye dönüştürmüştür.  

 Arap Baharı’nın için, hiçbir bir sonuç üretmemişse bile Arap halklarının bilinç düzeyini yükselttiğini, bölgede yaygın bir farkındalık yarattığını, bir başka deyişle muazzam bir aydınlanmaya vesile olduğunu yazmıştık. Arap Baharı’nın Türkiye'ye en somut katkısı, devlete sızmış bu hain yapının deşifre ve önemli ölçüde tasfiye edilmesine vesile olmasıdır.

 Bu generallerin, devletin en tepe noktalarında kritik karar mekanizmalarını kilitlemiş oldukları ancak o zaman anlaşılacaktı. Eski bir bakan, bazı kilit toplantılarda yapılan engelleyici hamlelerin anlamını ancak 15 Temmuz’dan sonra çözdüğünü aktırmıştı bize.  Şöyle diyordu: “ O Harekât Başkanı’nın sürekli itirazda bulunmasını anlamıyordum, bilmediğimiz bir şey var da söylemiyor mu acaba diye düşünüyordum. 15 Temmuz darbesine katılmasıyla irtibatları ortaya çıktı, durum şimdi netleşti.”

 Bu devlet, PKK ile mücadelede hava harekâtlarını koordine eden, vurulacak hedefleri tespit eden Hedef Tespit Değerlendirme Birimi’nin başında bir hain ‘generalin’ olduğunu 15 Temmuz vak’asından sonra anladı. O ‘general’,  15 Temmuz darbe gecesinde Cumhurbaşkanına suikast timini de organize eden isimdir.

  Gazeteci Abdülkadir Selvi kitabında şu bilgileri aktarıyor: “TSK’nın operasyonlarını deşifre ediyorlardı. PKK’ya yönelik operasyonların deşifre olması üzerine birçok önlem geliştirilmiş, pilotlara hedeflerin havada verilmesi aşamasına kadar gelinmişti.”[15]

Bu jeopolitik mücadelenin en kıyasıya verildiği bir zamanda Bordo Bereliler diye bilinen Özel Kuvvetler’in Suriye sahasındaki komutanı da ihanet şebekesinin bir üyesiydi. 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan ve Türkiye’yi sarsan acı gerçeklerden biri buydu. Semih Terzi isimli ‘general’ 15 Temmuz darbe gecesi hükümeti devirmek amacıyla özel kuvvetleri seferber etmek için Silopi’den Ankara’ya gelmeye çalışan kişidir. Darbenin en kritik üç isminden biriydi. 

 Suriye sahasında rakip aktörlerle kıyasıya bir mücadele veriyorsunuz, ama oradaki özel kuvvetlerinizin başında rakibiniz olan aktörlerin ajanı duruyor! Türkiye tarihinin en büyük ihanetiyle bu dönemde karşılaşmışsa bunun bir anlamı olmalı.

Dışişleri Bakanlığı’nda Bakan, Müsteşar ve Genelkurmay İkinci Başkanı’nın Suriye konusundaki en hassas konuşmalarını bu örgüt Genelkurmay İkinci Başkanının evrak çantasına yerleştirdiği dinleme cihazıyla kaydedip Türkiye’yi yıpratmak için sosyal medyaya koyuyordu.

Rakip aktörlerin oyun planlarını bozacağı belli olan, bir kısmını da bozmuş olan Türkiye’ye tarihinin en büyük darbesi bu ihanet örgütü eliyle indirilmiştir.

İhanetin büyüklüğü verilmekte olan mücadelenin derinliğini gösteriyordu. 

15 Temmuz hamlesi, Türkiye’yi teslim almakla sonuçlanmasını ümid ettikleri bir darbeydi, bunu başaramadılar.

Başaramadıkları andan itibaren de Türkiye’ye daha güçlü olmaya başlamıştır. Kılcal damarlardaki tıkanıklıklar giderildi, devlet asıl bundan sonra gücünü kullanabilmeye başladı. İhanet şebekesinin ordunun yönetimindeki kadroları temizlendikçe devlet daha sonuç alıcı hamleler yapabilir oldu. Fırat Kalkanı ve Afrin harekâları başarıyla sonuçlandırılmışsa kılcal damarlardaki bu temizlik sayesindedir.

İhanetin en büyüğü ordunun içinde yuvalanmıştı ama sadece orada değillerdi.

Milli İstihbarat Teşkilâtı’nın Suriye sahasında Türkiye’ye müzâhir unsurlara gönderdiği mühimmat deşifre ediliyor, ‘Türkiye terör örgütü IŞİD’e silâh gönderiyor ‘ diye  karalama kampanyaları yürütülüyor, böylece uluslararası arenada köşeye sıkıştırılarak  sahadaki rakip aktörler karşısında zor durumda bırakılıyordu.

Başarılı mı, başarısız mı diye sorgulanan dış politika bir taraftan da böyle bir ihanet devredeyken yürütülmekteydi.

Bölgeye Dair Tespitler

Bu bölümü 2011’den  bu kitabın yazılmakta olduğu döneme kadar yaşanan sürece dair bazı gözlemleri sıralayarak tamamlayalım:

1)   Birinci Dünya Savaşı’nda çizilen sınırlar hem Amerika’nın Irak’ı işgali (2003) hem de Arap Baharı (2011)  gibi faktörlerin etkisiyle fiilen değişmeye başladı. Yüz yıl sonra bölge ilk defa bu kadar köklü ve derinden sarsılıyor. Bölgede bir tür jeopolitik deprem oluyor.

2)  100 yıl önce kurulan düzen artık dikiş tutmuyor ancak büyük aktörler veya statükonun sahipleri bölge halklarının arzuladığı yönde bir değişime izin vermiyor.    Büyük aktörler  bölgedeki çatışmaları durdurmaya, barışı tesis etmeye dönük yapıcı müdahalelerde bulunmuyor, tam tersine kaos yaratacak adımlar atarak kendi çıkarlarına uygun düzen kurmaya çabalıyorlar.   Bu hamleler bölgenin kendi doğal gelişim dinamiklerini ve asıl önemlisi normalleşme sürecini  baltalıyor. Bu normalleşmenin  asıl enstrümanı Arap Baharı ile ortaya çıkan demokratikleşme idi.

Bölgenin normalleşme süreci önce Suriye’de boğuldu, ardından Mısır’da Sisi darbesiyle statükoya geri dönüş sağlandı.  

3)  Küresel aktörler Amerika-Rusya, bölgedeki süreçlerin ilerlemesinde etkililer ancak son tahlilde tek başlarına süreçleri belirlemeye muktedir değiller.   1916’da İngiltere-Fransa ve Rusya’nın karşısında durabilecek bir hiç bir bölgesel aktörden bahsetmek mümkün değildi. Bu üç aktör  kendi içlerinde mutabakata varmaları halinde istedikleri düzeni kurabilmekteydi, nitekim kurmuşlardır. Hatta üçü değil, sadece ikisi bile Ortadoğu’da daha önce belirttiğimiz gibi pek çok nevzuhur ‘ülke’yi yaratabilmiş ve ayakta tutabilmişlerdir.

 

Bugün hiçbir aktörün  böyle bir gücü yoktur.

Bölgede küresel ve bölgesel aktörler ancak birbirleriyle ittifak ettiklerinde sonuç alabilmekte o  halde bile elde edilen netice resmi tamamlamaya yetmemektedir. Amerika, 2003 Mart’ında işgal etmiş bir ülke olarak Irak’taki süreçlere hakim değildir.  Bir ‘yıkıcı güç’ olarak büyük askeri gücü bir ‘yıkıcı güç’ olarak sonuç alabilmekte ama inşa edici bir güç olmaya başaramıyor. Mevcut düzenleri yıkabiliyor ama tek başına yeni bir barış kuramıyor.  Kendi politikalarını yeni bir düzenin oluşmasında öteki aktörlere dayatamıyor. Amerika Irak’ı askeri gücüyle parçalamış, ama ortaya çıkan parçalar üzerinde bile bir hâkimiyet kuramamıştır.  Irak’ı işgal ederken kendisiyle ‘işbirliği’ yapan Iraklı Kürtler  kendi topraklarından çıkan enerji kaynakları üzerinde Amerika’nın itirazlarına rağmen Türkiye ile stratejik pazarlıklara girebilmekte, 49 yıllık anlaşmalar imzalayabilmektedir.   Dünyanın en büyük askeri gücü, işgal ettiği bir toprak parçasında (Irak) İran’ın hâkimiyetini kıramamakta, onunla taktik anlaşmalar yapmaya mecbur kalmaktadır.

Rusya’ya gelince, o da tıpkı Amerika gibi küresel bir güç olmasına rağmen  Ortadoğu’da ancak Amerika’nın çekildiği alanlarda söz sahibi olabiliyor.  ayrıca Rusya da tıpkı Amerika gibi tek başına kendi düzenini kurma imkânına sahip değil.  Ruslar,  Arap Baharı’nın parçaladığı Beşar Esed’i iktidarda tutmayı- en azından şimdilik- başarmış ama Esed’e ülkenin tamamında bir düzen kurmayı başaramamıştır.  Güç denklemlerine baktığımızda bugün bölgede ‘ kalıcı düzen’ kurmak için iki küresel gücün birlikte hareket etmesi bile yeterli değildir. Bir şekilde ayakta kalabilecek bir ‘yapı’nın inşa edilebilmesi için en azından iki küresel ve bir bölgesel gücün elini taşına koyması şarttır. En azından diyoruz, zira bu güç kompozisyonunun bile yeterli olamayacağı alanlar var.

 

4)  İran ve Türkiye bölgenin yükselen güçleridir. 80 milyonu aşkın nüfusu ve köklü devlet geleneğinin yanısıra, istediğinde sahaya onbinlerce silâhlı milisi sürebilme kapasitesine sahip  İran’a rağmen Ortadoğu’da Amerika’nın veya Rusya’nın istediği gibi at koşturması mümkün değildir. Bunu Amerika’nın işgalinden sonra Irak’ta kesin olarak; Arap Baharı’ndan sonra da Suriye’de belli ölçülerde- gördük. Aynı şekilde Türkiye gibi devlet geleneği olan,  Doğu-Batı/ Kuzey – Güney geçişlerini kontrol eden, ekonomik ve askeri kapasitesi gözardı edilemez bir ülkeye rağmen sahada belli projelerin hayata geçirilemeyeceği görüldü.  Hele hele böyle bir ülkenin güney sınırlarında fiili durum yaratılarak İsrail benzeri veya İsrail’e müzâhir bir kukla devletin kurulamayacağı Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarıyla kanıtlanmıştır.

5) Sahadaki genel tablo irili ufaklı bu güçlerin birbirlerine karşı verdikleri fiili mücadelelerin içinde şekilleniyor. Ancak Amerika ve Rusya gibi küresel aktörlerle;  İran, Suudi Arabistan, İsrail gibi etkili bölgesel aktörlerin hemfikir oldukları görülen nokta statükonun devamıdır. İran ve İsrail birbirlerinin düşmanıdır ama her ikisi de Suriye’de halkın serbest seçimlerle yönetimi belirlemesine karşıdır. İran,  Amerika’nın kuklası olduğu için Mısır’da yönetimin halkoyuyla değişmesini desteklemekte ama Suriye’de buna karşı çıkmaktadır. Suudi Arabistan ise mesela Suriye’de yönetimin halk oyuyla değişmesine itiraz etmeyebilir ama Mısır’da böyle bir şeyin olmasını istememektedir.

6)      Irak, Suriye, Lübnan, Yemen gibi ülkelerde devlet otoritesi fiilen devre dışı durumda. Bu ülkelerdeki başkentlerin aldıkları kararları ülkenin tamamında uygulatma  güçleri yok. Bu durum, bu ülkelerdeki karmaşa ve kaos ortamını daha da derinleştiriyor.  Bu saydığımız dört ülke Arap ülkesidir, ancak bu ülkelerin karar süreçlerinde İran nüfûzu belirgindir. İran nüfûz alanının bu kadar yaygınlaşması bölgenin daha önce tanık olmadığı bir durumdu. İran özellikle Irak üzerindeki nüfûzunu Amerika’nın Irak’ı işgaline borçludur. Bu konu Amerikan yönetimlerindeki stratejik körlüğün en somut tezahürüydü.

8)     Amerika’nın öncülüğündeki Batılı aktörler demokrasi, insan hakları, serbest seçimler gibi konulardaki moral ve söylem üstünlüklerini kaybetmiş durumda. Daha üç yıl önce Kahire’de ‘Mısır için demokrasi zamanı‘ mesajları veren Amerika Başkanı Barack Obama, Mısır halkının demokrasi talepleri karşısında sessiz kaldı. Ardından da, o talepleri  kanla bastıran askeri darbeye fiilen destek verdi. Amerika’nın yeni başkanı Donald Trump’ın zaten göstermelik bile olsa demokrasi hukuk, insan hakları gibi bir gündemi yok. ‘Önce Amerika’ diye gelmiş yeni başkanın söyleminde ‘küresel liderlik’ zaten fazla yer tutmuyor. Öteki küresel güç Rusya’nın stratejik bakışında insani boyut, demokrasi gibi kavramlar zaten yoktur. Ruslar bu anlamda Batılı aktörlere göre daha dürüst bir  oyuncudur.                                                                                                 

6) Bölgedeki asıl rekabet etnik gerilim ya da mezhep çatışması üzerinden yürümüyor. Asıl olan jeopolitik rekabettir, ancak etnik ve mezhebî gerilimler bu asıl çatışmayı örtmek, gizlemek için kullanılıyor. Kaldıki jeopolitik gerilimler etnik ve mezhebî ayrımları keskinleştiriyor. İran ve Suudi Arabistan mezhebî gerilimi körükleyen, bu gerilimden jeopolitik çıkar sağlamayı hedefleyen ülkelerdir ancak bu iki ülkenin de İslâm düşünce sisteminde azınlıkta kalan görüşlerin (Şiilik ve Vehhabilik) temsilcileri olduğu unutulmamalıdır.

7) Hem büyük aktörler hem de bölgesel aktörler birbirleriyle bölgede etkinlik

mücadelesi veriyor. Ancak, bunu vekilleri üzerinden yürütüyorlar. Bir başka deyişle,

 arkada büyük patronların bulunduğu bir ‘vekâlet savaşları’ bölgede hüküm sürüyor.

  Bu durum sahadaki tabloyu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyor. Zira, örgütlerin

 zaman zaman saf değiştirdikleri, kendi içlerinde parçalara ayrıldıkları, parçaların başka

 başka aktörlerle iş tutmaya başladığı da oluyor.

8)   Ortadoğu’da tek örneğini Türkiye’nin oluşturduğu modelle, otoriter rejimlerin

rekabeti bölgedeki en önemli gerilim unsurlarından biri.  Bölgede bu anlamda

Müslüman Türkiye’nin ortaya koyduğu model ile otoriter rejimlerin bir rekabeti var.

Eğer Türkiye, Müslüman bir ülke olarak bölgedeki tek başarı hikayesi ise, Ortadoğu’daki

statükonun devamını isteyenler açısından o başarı hikâyesinin ‘kötü örnek’ olduğu

ortadadır.

Türkiye devlet olarak reformcu güçlerin düşürülememiş son kalesidir.

‘Şark Meselesi’ Bağlanırken

1871 yılı Avrupa’nın tarihinde bir dönüm noktasıydı. Otto Von Bismark’ın ince ince hesapladığı hamlelerle  ‘Alman Birliği’ o yıl kurulmuştu. Almanya böylece İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu gibi devrin önemli aktörlerden biri oluyordu.

Almanlar, bundan sonra tarihin gördüğü en hızlı kalkınma hamlelerinden birini gerçekleştirip 1900’lü yılların başında İngiltere ve Fransa’yı –ve tabii Rusya’yı tehdit edebilecek bir güce ulaştı. İmparator 2. Wilhelm’in Almanyası artık  ‘güneşin altındaki yerini’ istemeye başlıyordu. ‘Güneşin altında yerini istemek’, yükselen Alman ekonomisi için sömürülecek alanları talep etmek demekti. Bu yeni Avrupa gücü, vaktiyle İngiltere ve Fransa’nın yaptığı gibi sömürge arayışına çıktığında  yeryüzündeki bütün kıymetli alanların deyim yerindeyse ‘kapatılmış’ olduğunu gördü. 

‘Güneşin altında’ Almanlara pek fazla bir yer kalmamıştı. Oysa, Alman İmparatoru 2. Wilhelm  adeta bir hırs küpüydü. Almanya’yı “Weltmacht" (Dünya Gücü) yapmakta kararlıydı. Berlin’den dünya haritasına baktığında fethedilecek alanlar görüyordu. Dahası, bunu gerçekleştirebilecek gücü olduğuna da inanıyordu. Haksız da sayılmazdı. Ülkesi 1900’lü yılların başı’’nda hem Avrupa’nın en büyük kara gücü hem de İngiltere ile birlikte en güçlü ekonomisiydi. Böyle bir ülkenin denizlere açılamaması, Avrupa’nın ortasında sıkışıp kalması mümkün değildi.

1900’lü yılların başında Berlin’deki Alman imparatorluk sarayında emperyal hayaller kurmak için bütün şartlar mevcuttu.

 Aynı yıllarda İstanbul’da Sultan Abdülhamid’in Yıldız sarayında ise endişe ve karamsarlık hâkimdi.

Almanya’nın 1871’den sonra hızla yükseldiği o yıllar Osmanlı İmparatorluğu’nun en az yüz elli yıldır süren gerileme ve çöküş devrinin son evreleriydi. Devlet’i -Aliyye belki hâlâ muazzam genişlikte bir coğrafi alanın sahibi görünüyordu ama  bu alanlarda sözünün bir hükmü yoktu. Sultan Hamid, görünürde Mısır’ın Yemen’in hakimiydi, oysa bırakın Yemen’i Kıbrıs üzerinde bile sözü geçmiyordu. Abdülhamid’in tek önceliği imparatorluğunun devamını sağlamak, eğer mümkün olabilirse bunu daha fazla toprak kaybetmeden yapabilmekti.

 Çarların, Katerina devrinden beri İstanbul ve Boğazlar üzerindeki iştahını hiç  kaybetmemiş olduklarını, bu lokmayı yutabilmek için neredeyse yüz yıldır zaman kollamakta olduklarını

biliyordu. [16] Saltanatının daha birinci yılında Rus Çarı’nın ordusu Yeşilköy’e kadar gelmişti.

Tarihin Osmanlı devletine oynadığı oyun, Rusya’nın yükseliş devirlerinin kendisinin çöküşüyle aynı zamana denk gelmesidir.

 Bu sebeple, Berlin ve Petersburg’da emperyal rüyaların görüldüğü o günlerde İstanbul’da devlet ‘beka kaygısı’ içinde kıvranmaktaydı.

 Devlet-i Aliyye, bilhassa Rusya karşısında  uzunca bir zamandır kendi kudretine dayanarak değil İngiltere’nin himmetiyle ayakta duruyordu.

 Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu, bu imparatorluğun incisi olarak gördükleri Hindistan’a giden yolların üzerine Rus çarlarının gölgesinin düşmesini istemezdi. İngilizlerin bu bölgelerdeki politikalarına yüz yıldır yön veren prensip buydu. Mısır ve Kıbrıs üzerindeki hakimiyetlerinin arkasında yatan bu politikaydı.

İstanbul ve Boğazlar Hindistan yolunun güzergâhları arasındaydı. Bunca zaman Rusları İstanbul’dan uzak tutmuş olmalarının sebebi de buydu.

 İngiltere, Avrupa’da Alman devletinin ortaya çıkıp yükseliş emareleri gösterdiği yıllara kadar ünlü siyasetçileri Lord Salisburry’nin ifadesiyle ‘Splendid Isolation’ (Muhteşem Tecrid) politikasını güdüyor, Kıta Avrupası'nın işlerine karışmıyordu. Almanya’nın Avrupa’da yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıkıp İngiltere için bir tehdit haline dönüşmesi ‘Muhteşem Tecrid’ politikasının sürdürülmesini imkansız hale getirmişti. Eğer Almanlar güneşin altındaki yerlerini istiyorsa, bu yeri esas olarak İngilizlerin elinden almalara gerekecekti. Kraliçe’nin muazzam ve rakipsiz deniz kuvvetleri imparatorluğun devamının garantisiydi ama İngiltere’den çok daha büyük ve güçlü bir kara ordusuna sahip olan Almanlar denizlerde de rekabete girişmekteydi.

 Hindistan yolunun güvenliği  hâlâ önemliydi ama İngiltere artık kendi yakın coğrafyasında bir  'Alman tehdidi’ ile burun burunaydı.

 Almanya’nın o muazzam kara ordusunun üzerine bir de dev tersaneler kurup büyük tonajlı savaş gemileri inşa etmeye başlaması İngiltere’yi  tedirgin ediyordu. Bu tedirginlik zamanla endişeye, giderek paniğe dönecekti.

 İngilizler donanmadaki üstünlüklerini Almanlara kaptıramazlardı, bunun imparatorluğun sonu anlamına geleceğinin farkındaydılar. 1905 yılına geldiğimizde  İngiltere ile Almanya kıyasıya bir  ‘Dretnot rekabeti’ne girişmişler, her iki ülke de donanmalarına yeni savaş gemileri katmak için her yıl milyonlarca sterlin ve mark harcamaya başlamıştı.[17]

‘Muhteşem Tecrid’ politikasının sürdürülemeyeceğini anlamaları İngilizleri ittifak arayışlarına yöneltmişti.   Fransa ile girilebilecek bir ittifakın Almanlarla mücadele açısından bir değeri yoktu. Zira onların  Almanları durdurabilecek bir gücü yoktu. Almanları durdurabilecek tek güç, tıpkı Almanya gibi büyük bir kara ordusuna sahip olan Rusya’ydı.  

 İngiliz kralı ittifak için kapısını çaldığında Rus Çarı’nın kendisinden ne isteyeceğini gayet iyi biliyordu. Daha önce defalarca istediği ama İngiltere’den bir türlü alamadığı şeydi bu. Londra, Alman tehdidi karşısında onu Rusya’ya vermeye bu kez hazırdı. Rusların bu ittifakı kabul etmeleri karşılığında onlara ödenecek bedel Osmanlı başkenti İstanbul ve Boğazlar’dı.

 İngiliz Kralı  5. George ile Rus Çarı 2. Nikola, 1907 yılında Reval’de (Bugünkü Estonya başkenti Tallin) buluştuklarında Osmanlı Devleti’nin de kaderi çizilmekteydi.

Mesele Sultan Hamid değildi

Ruslar için Osmanlı  İmparatorluğu isimli bu ‘hasta adam’ı artık tarihten silmenin önünde bir engel kalmamıştı. İngiltere, bundan böyle bu hastanın cenazesini kaldırmak için sabırsızlanan Rusya’nın elini tutmayacaktı.

 ‘Şark meselesi’ artık neticeya bağlanıyordu. 

Şark mes’elesi bağlanırkan zamanın Osmanlı münevveranı vaziyetin vahametinin idrakinde değildi. Onlar, imparatorluğun başına gelenlerin müsebbibi olarak Sultan Hamid’i görüyordu.

 İngiliz Kralı ile Rus Çarı arasındaki Reval Buluşması gerçekleşirken İstanbul’da Sultan Hamid tahttaki 31’inci yılındaydı. 

 O  devrin aydınları ve muhalifleri için 2. Abdülhamid bütün kötülüklerin anası bir müstebit idi.    Dahası, zannediyorlardı ki, Yıldız sarayındaki bu müstebit devrilirse imparatorluk cümle dertlerden kurtulacaktır. Yine zannediyorlardı ki, Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı isyan hareketlerinin arkasında bu istibdat rejimi vardı. Bu isyanlar, devletin kötü yönetilmesi yüzündendi.

 Uzun zamandır gizli cemiyetler kurup Abdülhamid’i devirmek için uğraşan İttihat ve Terakki kadroları da aynı fikirdeydi. Sultan Hamid gidecek dertler bitecekti. O devrin tanıklarından gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın o devirdeki muhalif aydınların meseleye nasıl baktıklarını şöyle anlatıyor:

 “İstibdat yılları içinde yarını düşünen Türk vatanseverleri hep şu tatlı düşüncenin üzerinde duruyorlardı. Günün birinde hürriyete kavuşacağız. Bu sihirli ilaç her derde deva olacak. Bütün fenalıklar ortadan kalkacak, bütün bozuk işler bir hamlede düzelecek, ortalık cennete dönecek. Kırım harbinde bize el uzatan, bizim kuvvetli ve zinde olmamızı, ileri gitmemizi isteyen İngiltere, istibdat ortadan kalkar kalmaz, bizi tekrar bağrına basacak, Rus emperyalizmine karşı bize siper olacak…”[18]

 'Sultan Hamid gidecek, dertler bitecek' diye düşünenler hayal görüyordu. Sultan Hamid’i veya içerideki başkaca siyasi faktörleri aşan bir büyük resim vardı. O günün aydınları Alman devletinin sahneye çıkışı sonrası yeniden kurulan uluslararası sahneyi okuyamadı, kartların yeniden dağıtıldığını, yeni ittifak ilişkilerinin çok geçmeden kendi kaderlerini de belirleyecek bir stratejik sonuç doğuracağını kavrayamadılar.

 Sultan Hamid alerjisi’ devrin aydınlarının zihni melekelerini dumura uğratıyordu. Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat, o devrin tanınmış aydınlarındandır. Babası gibi onun da İngiliz sefâreti ile münâsebetleri her daim sıkı fıkıdır. Ali Haydar Mithat Bey de devletin karşı karşıya kaldığı bu tablonun müsebbibi olarak Sultan Abdülhamid’i gören münevverlerden biriydi:

 “ Sultan Hamit, İngilizlerin Yakın Şark’taki menfaatlerini daimi surette baltalamış ve yerine alman siyasetini ikame ederek, Bağdat hattını bile Almanlara vermiş olduğundan, Abdülhamit ölmeden İngiltere’nin Türkiye’ye karşı olan siyaset sisteminin değişmesine imkân kalmamıştı.’[19]

 ‘Sultan Hamid alerjisi zihni melekeleri duruma uğratıyordu’ derken kastettiğimiz budur. Ali Haydar Mithat Bey, sanki Sultan Abdülhamid Almanlara yanaştığı için İngiltere Osmanlı’dan kopmuş gibi bir tablo çiziyor.

 Oysa tarih öyle akmamıştı. İçinde yaşıyordu, olanları biliyor, görüyordu.

 Reval Buluşması’ndan bir yıl sonra, 1908’de İkinci Meşrutiyet ilân edildi. Sultan Hamid mutlak hükümdar yetkilerini kaybetti. Ertesi yıl cereyan eden 31 Mart Vak’ası'ndan sonra ise iktidardan bütünüyle uzaklaştıldı, Selânik’e sürgüne gönderildi.  

 İttihat ve Terakki artık iktidardaydı. O ilk mutlu ve umutlu günlerde heyecan dalgası bütün ülkeyi sarıp sarmalamıştı. Her yer bayram yerine dönmüştü.

 Bir süre sonra büyük stratejik resmin dayattığı gerçekler galebe çalmaya başladı.

5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. 6 Ekim’de Avusturya Bosna-Hersek’i ilhak kararı aldı. Ayın gün Girit Yunanistan’la birleştiğini açıkladı. Devletin temelleri çatırdamaya devam ediyordu.

 Cihan Harbi öncesinde düvel-i muazzama diye bilinen büyük devletlerin meselesi Sultan Hamid’in kendisi değil, izlediği politikalardı. Nitekim, düvel-i muazzama Sultan Hamid’in yerine geçen İttihat ve Terakki erkânından da bir süre sonra nefret edecektir. Çünkü, onlar da Sultan Hamid gibi memleketlerinin hakkını hukukunu savunan politikalar izleyeceklerdi.

 Yukarıda belirttiğimiz gibi İngiltere, Avrupa’daki Alman tehdidi karşısında Rus desteğini sağlamak üzere Osmanlı Devleti’ni Ruslarla baş başa bırakmıştı.

 Ahmed Emin Yalman’ın kaleminden okumaya devam edelim:                                     

               “Ne yazık ki meşrutiyetin ilânından sonra bu güzel rüyaların hiç biri gerçekleşmedi... Kaderimizi sevk ve idare imkanları elimizden kaçtı. Meçhul karanlığa doğru sürüklendik... Gerçek şudur ki, her tarafa mel’anet ağları gerilmişti. Her taşın altında çiyanlar, yılanlar yatıyordu. Mirasımızı paylaşmak için gizli anlaşmalar yapan büyük devletler, yolumuzu kesmek, bizi birbirimize katmak, bünyemizi zaif düşürmek, ortalığı bulandırmak için her kahpece vasıtaya başvuruyorlardı…” [20]

 Bu satırlar, büyük jeopolitik depremlerin yaşandığı zamanlarda şahısların rolünün abartılmasının ne kadar yanıltıcı olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Karl Marx, “Tarihi insanlar yapar; ancak bunu canları istedikleri gibi veya kendi diledikleri gibi değil, kendilerini içinde buldukları ve geçmişten gelen koşullar altında yaparlar” derken, haklıydı.

 Abdülhamid’in bu korkutucu çaresizlik karşısında bulabildiği tek çözüm Almanya’yla yakınlaşma politikasıdır. Nitekim, İttihat ve Terakki yönetimi de iktidara gelince aynı çaresizlik içinde aynı şekilde hareket edecekti. Yani Abdülhamid durup dururken, keyfi öyle istediği için İngiliz siyasetinin yerine Alman siyasetini koymuş değildi. İngilizlerin giderek Osmanlı’dan uzaklaşmakta, onu Rusya’nın eline bırakmakta olduğunu görüyordu. İngiliz Kralı ile Rus Çarı’nın Reval buluşmasına giden yol bir gecede alınmamıştı.

 Bütün saltanat yıllarında İngiliz- Rus rekabeti üzerine oynayarak imparatorluğun varlığını devam ettirebilmiş olan hükümdar bu imkan ortadan kalkınca, acaba şimdi İngiliz- Alman rekabeti üzerinden Almanlara yaklaşarak bunu sürdürebilir miyim diye düşünüyordu. 

Nitekim, onun devrilmesinden sonra onu devirenler de aynı politikaya mecbur kalacaklardı.

 Cihan Harbi öncesinde ‘düvel-i muazzama’ diye bilinen devletler esasen İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya idi. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’nda bunların tamamına karşı mücadele etti. Almanların bizimle ittifak etmesine  bakılmasın, Osmanlı toprakları onların da iştahını kabartan bir sahaydı ve İttihat ve Terakki yöneticilerinin ittifak edelim çağrılarına bu sebeple uzun süre yüz çevirmişlerdi. [21]

 

 



[1] Ocak-Ağustos 2011 arasında Suriye ile yürütülen bu sürecin ayrıntıları için bkz Gürkan Zengin, Kavga- Arap Baharı’nda Türk Dış Politikası, İnkılap Yayınevi, 2013

[2] İslâm dünyasında nüfusun yüzde 85’i Sünnidir. Dolayısıyla bu ülkelerdeki halkların ya da bu halklara öncülük eden politik hareketlerin büyük bir bölümünün de Sünni olması doğaldır.  Kaldı ki Türkiye, Sünni olmayan Beşar Esed rejimiyle 2002-2010 arasında mükemmel ilişkiler kurmuştur. Türkiye’nin mezhep temelli bir siyaset gütmediğinin sayısız örneği var. Bu konuda daha fazla ayrıntı için Bkz Hoca- Türk Dış Politikasında Davutoğlu Etkisi.

[3] İsmail Numan Telci, Mısır-Devrim ve Karşı Devrim, SETA yayını,  2017, s. 255

[4] Bizim burada konu ettiğimiz emekli diplomatlar elbette mütemadiyen Türkiye’ye muarız aktörlerin içerideki sözcüsü gibi konuşanlar değildir. Türkiye aidiyeti tartışmasız yerli diplomatlardan bahsediyoruz.

[5]  Alman İstihbaratı BND’nin şefi Bruna Kahl’in Der Spiegel dergisine demeci, 18 Mart 2017

[6]Bulunduğu misyonun ağırlığından ziyade yaşadığı şehrin ışıltısına önem veren bazı diplomatlar için doğudaki başkentler hâlâ sevimsizdir. Bir Ortadoğu seyahatimizde Bağdat’ta büyükelçilik yapmış emekli bir diplomata Irak’ta görev yaptığınız dönemde biraz Arapça öğrendiniz mi diye sorulduğunu hatırlıyorum. Büyükelçinin cevabı şuydu : ‘Hayır öğrenmedim. Gerek de duymadım, merak da etmedim!”  

[7] Hürriyet, 1 Nisan 2017

[8] Atatürk’ün CHP Dördüncü Büyük Kurultayı’ndaki Konuşması, Mayıs 1935

[9] Türk Dış Politikası, İletişim Yayınları, 1. Cilt, Derleyen: Baskın Oran, s. 47,

[10] Hürriyet, 27 Şubat 2003, “Tezkere Geçmezse Türkiye Savaş Girer” başlıklı yazı

[11] Türk Dış Politikası, Editör: Baskın Oran, İletişim Yayınları, Cilt 1, 1 Baskı, 2001,  s.641

[12] Türk Dış Politikası, a.g.e,  s. 634

[13]  Türk Dış Politikasında Liderler, Hazırlayan Ali Faik Demir, Bağlam Araştırma Dizisi, s. 101

[14] Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası, DER Yayınları, 2006, s. 190

[15] Abdülkadir Selvi, Darbeye Geçit Yok, Doğan Kitap, s. 42

[16] Osmanlı Devleti için kullanılan ve dünya siyasi literatürüne de geçen 'hasta adam' tâbirini ilk kullanan Rus Çarı 1.Nikola,’ydı. Rus Çarı, 9 Ocak  1853 günü İngiltere'nin Petersburg'daki sefiri Hamilton Seymour'a , 'Bu ağır hasta kollarımızın arasında birdenbire ölebilir.Eğer İngiltere bu sırada İstanbul'a yerleşmeyi düşünüyorsa, buna müsaade etmeyeceğimi açıkça ifade etmeliyim. Bu beni, İstanbul'u işgal etmek durumunda bırakabilir " demişti.  Osmanlı devletinin böyle 'ağır hasta' olarak yatağa düşmesinde en büyük pay sahibi olan  Ruslar artık cenazeyi de kaldırıp mirası paylaşmanın kaygısını taşıyorlardı. Ancak miras paylaşımında İngiltere'yi ikna etmek için o tarihten sonra  en az bir 50 yıl daha beklemeleri gerekecekti.

 

 

[17] 1912-1913’te İngiliz donanma bütçesine 45 milyon sterlin ayrılmıştı.

Bu rakam 1907-1908 dönemi için 31 milyon sterlin, 1908-1909 dönemi için 32 milyon sterlin, 1909-1910 dönemi için 35 milyon sterlin, 1910-1911 için 40 milyon sterlin, 1911-1912 döneminde 44 milyon sterlin, 1912,  Winston Churchill  1914-1915 donanma bütçesini  17 Mart 1914’te Avam Kamarası’na sunduğunda istediği - ve onaylanmış olan- rakam 50 milyon sterlinden fazlaydı…” Kaynak: Dretnot,

[18] Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim- Geçirdiklerim, Cilt 1. s 80

 [19]Ali Haydar Mithat, Hatıralarım, Mithat Akcit Yayını, 1946, İstanbul

[20] Ahmed Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Cilt 1,  s. 80

[21] Atilla İlhan ‘Dersaadet’te Sabah Ezanları’ romanında İngiltere Temsilcisi Sir Adam Block’un Cavit Bey’e söylediklerini aktarır : “Bu harbi Merkez İttifakı kazanırsa, Osmanlı mülkü Almanların müstemlekesi olacaktır; yok İtilâf devletleri kazanırsa, parçalanacaktır!”Cihan Harbi’ni İtilâf devletleri kazandı ve Osmanlı devleti parçalandı. 1914 yılında savaş başlarken İttihatçılar artık kapitülasyonların kaldırıldığını ilân ettiklerinde buna asıl tepki  Osmanlı'nın savaşa birlikte girdiği müttefiki Almanya’dan gelmişti. İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinde Cavit Bey anılarında, tepkisini göstermeye gelen Alman sefiri Wangenhaym için, “adeta bir buldok köpeği gibi havlıyordu” diyor.