AK Parti döneminde 'dış politika' deyince akla gelen ilk isim senelerce Ahmet Davutoğlu oldu. İlk isim dedik ama ikincisi de şudur denilecek bir başkası yoktu. Stratejik Derinlik, AK Partili yılların dış politikasındaki 'yol haritası'ydı. Kim ne derse desin AK Parti hükümetlerinin dış politikada başka bir yol haritası olmamıştır. Ahmet Davutoğlu'nun AK Parti Genel Başkanlığından ve Başbakanlıktan ayrılmasından sonra da Stratejik Derinlik'teki temel mantık ve zihniyet Türk dış politikasının ana eksenini oluşturmaya devam etti.
Davutoğlu'nun 2016 başlarında görevlerinden uzaklaştırılmasından sonra yerine getirilen Binali Yıldırım, görevi devralır almaz, yeni bir dış politikayı devreye sokacaklarını söylüyor, 'Biz bundan sonra dostlarımızı arttırma, düşmanlarımızı azaltma stratejisi uygulayacağız' diyordu. Bu sözlerde bir stratejik mantık yoktu, bu olsa olsa bir temenniydi. Zaten yeryüzünde hiç bir ülkenin Başbakanı bunun tersini söylemez. Nitekim sonrasında akan zaman Binali Bey'e de Türkiye'nin dış politikada karşı karşıya kaldığı zorlukların kişilerin tercihleriyle ilgili bir durum olmadığını gösterdi.
'Hoca', 2014 ortalarında 'Reis'in işaretiyle Genel Başkanlığa – ve Başbakanlığa- getirildi, ancak iki yıl bile dolmadan 2016 başında yine onun işaretiyle görevden uzaklaştırıldı. Bu birbirine zıt iki karar arasında geçen 19 ayda aralarında neler yaşandığı siyasetin en fazla merak edilen konularından biri olarak kaldı. Partinin "doğal lideri" ile Genel Başkanı arasında neler yaşandığını tam olarak bilemiyoruz ama bildiklerimiz en azından 'geçici bir kanaat' oluşturmamıza yeter. O kanaat şudur: 'Başbakan' koltuğunda oturduğu için yetkilerini kullanmak isteyen bir 'Hoca' ve Anayasa'dan kaynaklanmasa da kullanmaya alışık olduğu yetkileri yeni konumunda da sürdürmek isteyen, bir başka deyişle iktidarını bırakmak istemeyen bir 'Reis' vardı.
'Hoca'nın, sonunda kimin kazanacağı belli bu kavgaya neden girdiği de belki sorulması gereken ayrı bir soru. Türkiye'yi Cumhurbaşkanı 'Erdoğan'la birlikte' ''uyum içinde' yönetebileceğine inanmış olmalıydı. Bu bir hata idi. 'İktidar paylaşılmaz' kadim kuralı hükmünü yürüttü ve 'koşan, yorulan cumhurbaşkanı' olacağını daha en başında dile getirmiş olan 'Reis', Davutoğlu'nun 'Başbakan' olarak güç kullanmasına imkân bırakmadı.
AK Parti, 2002 yılında iktidara geldikten sonra dört Başbakan gördü. 'Hoca' bunların üçüncüsüydü. Belki, ilk Başbakan Abdullah Gül'ün köşesine çekilmesindeki sebeplere dikkat etmiş olsaydı bu 'hata'ya hiç düşmeyebilirdi. Hoca eski tâbirle 'âtiyi mâziden görebilmeliydi, ama görmedi ya da göremedi. Belki de 'bu riski yönetebilirim' diye düşündü.
Reis-Hoca birlikteliği, özellikle bölgede Türkiye'yi çevreleyen keskin jeopolitik rekabette ülkenin gücüne güç katacak yeni bir faktör gibi duruyordu. Bir süre sonra, aralarındaki fikir ayrılıklarının derinleşmeye başladığı, hatta bunların bir kopuşa doğru gitmekte olduğu yazılıp çizildi. Aralık 2014'te Davutoğlu'nun danışmanlığını da yapmakta olan Etyen Mahcupyan bu kopuş yorumları için şöyle demişti: 'Büyük fotoğrafı görmezden gelerek yapılan bir tahlil. Büyük fotoğrafta, Tayyip Erdoğan da Ahmet Davutoğlu da kendilerini birinci önemde sayan bir performans izlemiyorlar. Onlar, Türkiye'nin dönüşümüyle ilgili bir misyon taşıyor. Bu misyona zarar verecek hiçbir kişisel çekişme ön plana çıkamaz, özellikle de bu iki kişi arasında.'
Bu satırların yazarı da Mahcupyan'la aynı görüşteydi, ama hayat öyle akmadı. 'Onları bağlayan ideal birliği var, kopmazlar' yorumu, siyasetçi-güç ilişkisindeki 'psikolojik faktörleri' gözardı eden bir yorumdu bu. Gayet sert sayılabilecek bir kopuş oldu.
Hoca bir gün bir dostuna 'eğer bugün Stratejik Derinlik'i baştan yazacak olsam hiçbir şeyi değiştirmezdim ama siyasetteki, özellikle de karar süreçlerindeki psikolojik faktörlere geniş bir yer ayırırdım' diyecekti. Hangi 'psikolojik faktörler'di bunlar? Bunları belki ileride yazacağı kitaplarda okuruz, ancak görevi bırakırken yaptığı iki ayrı konuşmada bunların işaretlerini, 'güç yozlaşması' ve ' iktidar da bir imtihandır' sözleriyle vermişti.
Peki, 'Reis' için geçerli olan 'psikolojik faktörler', başka bağlamlarda da olsa kısa Başbakanlığı döneminde kendisi için de geçerli değil miydi?
Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı döneminde öyle iki vak'a ile karşılaştı ki burada oturduğu bırakma kararı alabilirdi, hatta belki de almalıydı. Ama almadı. O vak'alardan ilki 2015 yazında yapılan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısıydı. Devletin, dış irtibatları açıkça ortada olan ve devletin kilit birimlerine sızmış Fethullahçı örgütle mücadele ettiği bir dönemdi. O senenin Şura'sında bu örgütle irtibatları Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) tarafından tespit edilmiş bazı yüksek rütbeli subaylar TSK'dan atılacaktı. Nitekim atılanlan olmuştu. Ancak aralarında MİT'in yasadışı örgütle irtibatlığı olduğunu rapor ettiği Mehmet Dişli gibi isimler altında Başbakan Davutoğlu'nun da bulunduğu imzalarla terfi edebildi. Bu terfilerin altında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve Genelkurmay Başkanı'nın da imzaları vardı. Davutoğlu aradan birkaç sene geçtikten sonra bir televizyon kanalında MİT'in bu istihbarat değerlendirmesine rağmen bu isimlerin kimin telkiniyle terfi edebildiğini anlatmıştı. Devleti yönetenler bazen çok ağır sorumluluklar getiren kararlara imza atarlar, o imzaları gönül rahatlığıyla atabilmeliler. 2015 Şura'sındaki atamaların bu şekilde yapılmadığı anlaşılıyor. O Şura'da MİT'in istihbarat notuna rağmen terfi ettirenlerin neredeyse tamamı bir yıl sonra 15 Temmuz darbe girişiminde faal biçimde rol almışlardı. Bazen 'hayır' deyip görevden çekilmek 'evet' deyip görevde kalmaktan evlâdır.
Hoca bu vak'adan birkaç ay sonra birkez daha kendi siyasi geleceğiyle ilgili bir karar vermek mecburiyetinde bırakıldı. Eylül 2015'teki AK Parti Olağan Kongresine gidilen günlerden bahsediyoruz. Başbakan Davutoğlu'nun Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ilişkileri sürdürülmesinin iyiden iyiye zorlaştığı bir dönemdi ve partinin yönetim kadrolarının yeniden seçileceği olağan kongre yaklaşmaktaydı. Kongrede hem Genel Başkan hem de Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) üyeleri seçilecekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu'yla ilişkilerin artık epeyce sorunlu hale geldiği o günlerde partinin yönetim kadrolarını kendisi belirlemek istiyordu. Partinin "doğal lideri" ile mevcut Genel Başkanı MKYK'ya girecek isimler üzerinde mutabakata varamamıştı. Sonunda Hoca, Reis'ten gelen, 'Ya bu isimleri kabul edersin ya da kongrede karşına yeni bir genel başkan adayı çıkar' restiyle karşı karşıya kaldı. Hoca, bu tablo karşısında o gün geri adım attı ve Reis'in önüne koyduğu listeyi kabul etti. İleride bu kararının da bir hata olduğunu kabul edecek, "Kendi listemle kongreye gitmeliydim. Evet, kaybederdim; ama bir yıl sonra 6 Mayıs'ta yaşadığım travmayı yaşamazdım' diyecekti.
Bu geri adımı atmakla, o günkü krizi yara bereyle de olsa aşmış oluyordu; ama kendisinin de ifade ettiği üzere daha yaşayacağı başka 'travmalar' vardı. O gün geri adım atıp önüne konulan MKYK listesini kabul etmesi Davutoğlu'nun Genel Başkan olarak ömrünü uzattı. Çok mu uzattı? Hayır, ama ileride siyasi kariyerinde kamuoyu önünde kendini savunabilecek malzemeyi elde etmeye yetecek kadar uzattığı söylenebilir. O malzeme 1 Kasım 2015 seçim zaferidir. O gün kongreye kendi listesiyle gitseydi, büyük ihtimalle o kongreyi kaybedecek, genel başkanlıktan da olacaktı. Böyle bir durumda, 1 Kasım seçimlerine AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan olarak gidemeyecekti. O günlerde, 7 Haziran 2015 seçimleri daha yeni yapılmış, AK Parti tek başına iktidar çoğunluğunu ilk kez elde edememişti. Birkaç ay sonra yapılacak 1 Kasım seçimlerinden önce genel başkanlıktan çekilmek, tarihe 'partiyi batırmış adam' olarak geçmesine sebep olacaktı. Nitekim, 7 Haziran'da, AK Parti'nin senelerdir elinde tuttuğu tek başına iktidar imkânını kaybetmiş olmasının faturası Hoca'ya kesilmiş, Tayyip Erdoğan'ın kendisine bıraktığı koltuğu dolduramadığı, partiyi koalisyon kurmaya mecbur bıraktığı eleştirilerine uğramıştı. 1 Kasım seçimlerine Genel Başkanı olarak gitmiş olmak, ama daha çok o seçimden büyük bir zaferle çıkmak, Hoca'yı Reiscilerin bu taarruzlarından kurtardı.
Muhalefet partilerinin 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki o kritik dört ay içinde aldıkları olağanüstü öngörüsüz pozisyonlar Davutoğlu'nun 1 Kasım seçimlerinden çok yüksek bir oy oranıyla çıkmasıyla sonuçlandı. Seçmen 1 Kasım 2015 seçimlerinde MHP ve HDP'yi ağır biçimde cezalandırmıştı. MHP, 7 Haziran seçiminden sonra hükümet kurma süreçlerinde sergilediği katı ve olumsuz tavrın bedelini öderken, HDP de seçimden önce verdiği "Türkiye partisi" olma sözünü bir kenara bırakıp yeniden PKK'nın güdümüne girmişti. Bu tabloyu seçmen dört ay sonra yenilenen seçimde her iki partiye de ağır şekilde ödetti. AK Parti, hem MHP'den hem de HDP'den geri dönen oylar sayesinde o eski parlak seçim zaferlerinden birini gerçekleştirdi. Ahmet Davutoğlu'nun Genel Başkanlığında ve Başbakanlığında gidilen 1 Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti, tarihinin en yüksek oy oranlarından birini elde etti. Tâbir yerindeyse, Davutoğlu 1 Kasım seçimleriyle rüşdünü ispat etmişti. "Reisciler", tek başına iktidar çoğunluğunın bu seçimde yeniden elde edilmesinin kredisini ona değil, kendi reislerine yazdılar. Oysa açıktı ki, 7 Haziran'daki 'başarısızlık' Hoca'ya aitse 1 Kasım'daki 'başarı' da ona aitti. Kaldı ki, tek başına iktidar çoğunluğunun kaybedildiği 7 Haziran seçimleri önce Reis her gün birkaç meydanda konuşmalar yapmış, sahnenin hep önünde olmuştu; oysa 1 Kasım'a gidilen süreçte ortalarda görünmemişti. Sonraki dönemde, Davutoğlu cenahının dilinde sık sık rastlayacağımız, "seçilmiş son Başbakan" vurguları işte o 1 Kasım seçimlerinde elde edilen zafer sayesinde oldu. Bu ifadede, elbette hem kendisinin 1 Kasım'dan sonra artık "atanmış' olmadığına bir atıf; hem de hiç hazzetmediği ve ileride açıkça yolsuzluklara bulaşmakla suçlayacağı halefi ve "son Başbakan" Binali Yıldırım'ın "atanmış bir Başbakan" kalmasına bir gönderme vardı. Elbette, bu durum esasen her ikisinin de o koltuğu ilk olarak "atama" ile geldiği gerçeğini değiştirmiyor. 2019 yılında katıldığı bir televizyon programında bir gazetecinin "Başbakanlık görevini neden kabul ettiniz?" sorusunu cevaplarken, "Ben Başbakanlığı kabul etmedim, Başbakanlığa atandım" demişti zaten. Gerçekten de yapılan şey bir atamaydı. Üstelik Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Başbakanlık görevini üstlenecek olan Davutoğlu'na bu kararını kamu oyuna ilan etmeden önce bir kez bile "Başbakan olarak sizi düşünüyorum. Ne dersiniz?" diye sormamıştı. Ataması yapılan yeni Başbakan, bu göreve atandığını kamuoyuyla aynı anda işitmişti.
1 Kasım seçimlerindeki zaferden sonra Hoca, hem rüşdünü ispatlamış hem de itibarını korumuş bir pozisyondayken çekilme kararı alabilir, "çekildik bâb-ı hükûmetten izzet ü ikbâl ile'" diyebilir ve deyim yerindeys 'zirvedeyken 'bırakabilirdi. Zira, "yukarısı" ile ilişkileri yürütmenin kolay olmayacağının artık çok daha açık biçimde görüldüğü günlerdi.
Esasen böyle zirvedeyken çekilme kararı kimilerine göre, gayet şık bir geri adım ama ileriye dönük olarak da akıllıca bir siyasi hamle olabilirdi. Ama bir siyasetçi için böyle kararları almak kolay olmuyor. Böyle zafer anlarında, geri adım atmaya öncelikle psikolojik faktörler engel oluyor. Zaferin tadını çıkartmak istersiniz, o gücü arkanızda hissederek yönetmek, daha büyük zaferlere doğru hamleler yapmak istersiniz. Bunlar siyasetin tabiatında olan şeyler. Dahası, yüzde 49 gibi partinin gördüğü en yüksek oy oranlarından birini alıp ertesi gün 'genel başkanlıktan çekiliyorum' demek gerek halk indinde gerekse parti tabanında pek hoş karşılanmayabilir. Bu risk her zaman vardır. Bu kararı alabilmek de bunu halka ikna edici şekilde anlatabilmek de her babayiğidin harcı değil. Anlatabilir miydi, belki anlatabilirdi, ama Davutoğlu o topa hiç girmedi. Hoca, belki yeni bir umutla 'Reis' ile devam edebilirim diye düşündü veya Erdoğan için kullandığı o "psikolojik faktörlerin" benzerlerinin etkisiyle öyle düşünmek istedi.
Dahası, 1 Kasım'dan sonra çekilmek demek, yukarıda da belirttiğimiz gibi hiç hazzetmediği bir isme, yani kuvvetle muhtemel Binali Bey'e yüzde 49'luk halk desteğini gümüş tepside teslim etmek anlamına gelecekti. Onu çok eskiden beri tanıyan bir isim, o günlerde 'Hoca'nın ağzına kan damladı birkez, çekilmez artık' demişti. Haklı çıktı. 1 Kasım'dan sonra, Ahmet Davutoğlu'nun Genel Başkanlık ve Başbakanlık koltuğundaki ömrü bir yıl bile sürmedi. Parti içi bir geceyarısı darbesiyle Hoca koltuğundan alaşağı edildi veya buna mecbur bırakıldı. Onu istifaya zorlayan hamleyi yapanların önemli bir kısmı kendi kabinesindeki bakanlardı. Başbakan, "kendi bakanları" sandığı kişilerin aslında "Reis'in adamları" olduğunu acı şekilde öğrendi. Genel Başkanlığı bırakma kararını açıkladığı duygusal konuşmada, "refik kable tarîk, yani ' yola çıkmadan önce yol arkadaşı gerekir' düsturunuhatırlattı ve kendisinin yol arkadaşları tarafından ortada bırakıldığını, bir anlamda ihanete uğradığını anlattı. O refiklerden birinin kulislere yansıyan şu sözü siyasetin soğuk yüzünü yansıtıyordu: "Biz Davutoğlu'nun değil, Erdoğan'ın yol arkadaşlarıyız."
22 Mayıs 2016 günü toplanan AK Parti Olağanüstü Kongresi'nde parti başkanlığını bıraktı. Oradaki konuşmasında Reis'e bir mesaj gönderiyordu: "Her emanet gibi iktidar da bir imtihandır. Bu imtihanı asla kaybetmemeli, iktidar sarhoşluğuna veya güç yozlaşmasına asla düşmemeliyiz". Bu iktidar sarhoşluğu ve güç yozlaşması eleştirileri Davutoğlu'nun partinin doğal liderini hedef alan en temel eleştirisiydi. Bu eleştiriler, onu giderek partisinden uzaklaşmaya ve hatta kopuşa götürdü. Hoca, Mayıs 2016'da Genel Başkanlığı resmen bırakmasından üç buçuk yıl sonra Aralık 2019'da, çoğunluğu kendisi gibi partiden kopan arkadaşlarıyla, "Gelecek" adı altında yeni bir parti kurdu.
Davutoğlu'nu Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği yaptığı günlerde tanımış daha sonra da BM Genel Sekreterliğine atanmış olan Antonio Guteres, 'Türkiye'nin Davutoğlu gibi bir birikimi kenarda tutma lüksü yoktur' demişti.
Bu tespit doğrudur.
Dahası, Tayyip Erdoğan ile Cumhurbaşkanı- Başbakan olarak ilişkileri sıkıntılı geçmiş olsa da kumaşı, birikimi ve enerjisiyle başarılı bir Başbakanlık dönemi geçirdiği, Ankara'da hem kendi parti tabanında hem de genel kamuoyunun bir kesiminin hafızasında olumlu izler bıraktığı inkâr edilemez.
O günlerde soru şuydu: AKP tabanındaki ve belki genel kamuoyunun bir kesiminin hafızasındaki bu olumlu izler ona siyasetin ufkunda birkez daha pırıltılı bir yer açar mı, yoksa Hoca, siyasetin kimi zaman acımasız kanunlarının pençesinde hırpalanarak silinip gider mi?