Türk siyasi edebiyatının önemli kalemlerinden biri Şevket Süreyya Aydemir'dir. Her birini üçer cilt halinde yazdığı Enver Paşa, Tek Adam ve İkinci Adam kitaplarını okuyanlar sadece Enver, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa'yı tanımakla kalmaz, ülkenin son yüz elli yıllık geçmişi hakkında bir farkındalığa da kavuşur.
Bunlar birer tarih kitabı değildir; Şevket Süreyya Bey olayları kendi zâviyesinden, hem de yer yer gayet taraflı biçimde aktarır. Ama çoğu zaman okura isabetli görünen tespitlerde bulunur.
Şevket Süreyya Aydemir, İstiklâl Harbi'nin Başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk için 'Tek Adam' demişti. İsmet İnönü ise İstiklâl Harbi'nin Batı Cephesi kumandanı, Mudanya Mütârekesi'nin müzâkerecisi, devletin kuruluş belgesi olan Lozan Anlaşması'nın altına imza koyan kişidir, 'İkinci Adam'dır.
Acaba Şevket Süreyya Aydemir Türkiye'nin İsmet Paşa'dan sonraki kırk yılını görebilmiş, AK Partili yılları yaşamış olsaydı Tayyip Erdoğan hakkında nasıl bir hüküm verirdi?
Siyasetçiler ve devlet adamları için asıl hükmü elbette tarih verir. O hüküm, o siyaset adamının, tarihî değeri yüksek olaylardaki tavırlarına, millî hayata yön veren önemli kararlarına, toplumu etkileme, dönüştürme gücüne bakılarak verilir. Böyle olunca o hüküm o şahsiyet hayattayken, hele hele iktidar mevkiindeyken asla verilmez.
Tayyip Erdoğan'ın iktidar yılları Ortadoğu'da rejimlerin yıkıldığı, devletlerin parçalandığı, bölgenin yüz yıl sonra yeniden şekillenmekte olduğu bir döneme rastladı. İç siyasette ise askeri vesayetle daha önce görülmemiş bir mücadeleye girildiği, muhtıralara, darbe hamlelerine siyasi irâdenin ilk kez karşı koyabildiği, Kürt sorununun çözümü yolunda - sonuç alınamamış olsa da- daha önce benzeri görülmemiş hamlelerin yapıldığı bir devirdi.
Bu devrin bir özeti belki şu şekilde yapılabilir: Dışarıda küresel ve bölgesel aktörlerle keskin bir jeopolitik rekabet; içeride oligarşik yapının çözülüşü ve buna direnen güçlerle mücadele...
Bütün bu süreçlerde yaşananlar Tayyip Erdoğan'ı toplumun bir kesimi için 'mutlak sadâkat ve hayranlık'; öteki kesimi için neredeyse bir 'mutlak nefret' ögesi haline getirdi. Bu kadar sevilip bu kadar nefret edilmesi, siyasette ve toplum hayatında oynadığı rolün ağırlığına işaret eder.
Erdoğan'ı siyasette var eden, ona karşısına dikilen bütün engelleri tek tek aştıran güç, temsil ettiği toplum kesimleriyle kurduğu organik ilişki oldu. 2002 seçimlerine gidilirken bir taksi şoförü bize, 'Abi adama baksana, aynı benim gibi yürüyor' demişti. Cenaze evlerinde diz çöküp ezberden cüz cüz Kur'an- ı Kerim okuyan, bunu da yapmacık olmadan, en tabii haliyle yapan bir Başbakan ya da Cumhurbaşkanıyla bu toplum ilk kez karşılaşıyor. Bu gibi hallerin, Anadolu'daki büyük muhafazakâr kitlelerinin ruhunda derin izler bırakmaması mümkün değil.
Çok partili hayata geçildikten sonra Türkiye'de büyük muhafazakâr kitlelerin gönüllerinde yer eden siyasetçilerin başında Adnan Menderes gelir. Çok partinin o ızdıraplı yıllarından sonra Menderes, tek parti döneminin zulmünden kurtuluşu temsil ediyordu.
Adnan Menderes binlerce dönümlük Çakırbeyli Çiftliği'nin sahibi, kolejlerde okumuş zengin bir adamdı. Menderes halkın gözünde yaptıklarıyla yer etmiş, gönüllere icraatlarıyla taht kurmuş bir siyasetçiydi. Kim ne derse desin neredeyse bin yıl memleketin semâlarında Arapça okunmuş ezanı halkın kulağına ve gönlüne iade etmesi bile onu bir kahraman yapmaya yeterdi, yetmiştir de. 'Sağ gelenek içinden gelen hemen her büyük liderin zihinsel ve söylemsel dünyasını şekillendiren bir lider olarak Menderes bir ata kültüne dönüşmüştür' On yıl sonra idam edilmiş olması milletin ruhunda derin yaralar açmış, idamı Menderes'i kitlelerin gözünde bir efsaneye dönüştürmüştü. Tayyip Erdoğan böyle bir Menderes'i aşabilmiştir.
Üstelik, Adnan Menderes'in işi Erdoğan'a kıyasla, yönetimi devraldığı dönem itibariyle daha kolaydı. Çünkü, 27 yıl süren bir tek parti rejiminin baskılarından bıkıp usanmış kitlelere çok partili hayat 'ilâç gibi' gelmişti. Menderes kitlelerin gözünde tek parti döneminin bütün hastalıklarını tedavi edecek bir tabibdi. Nihayet Menderes devleti değil halkı temsil ediyordu, bu haliyle siyasette varlığı bile yeterdi. Böyle olduğu halde, Menderes 1950 ve 1954 seçimlerini kazandıktan sonra girdiği 1957 seçimlerinde muazzam bir güç kaybına uğramış, evet o seçimi de kazanmış ama seçim akşamı, 'Allah bana bir daha böyle bir akşam yaşamayı nasip etmesin' demişti. Pek çok siyaset bilimciye göre eğer darbeyle devrilmemiş olsaydı, bir sonraki seçimden zaferle çıkma şansı çok azdı.
Erdoğan'ın işi Menderes'ten çok daha zordu dedik, zira 2000'li yılların Türkiye'sinin 1950'ye uzanan yıllarla kıyaslanması mümkün değildir. Bu çağda kitleler üzerinde böyle büyük bir 'etki'yi yaratabilmek, ilk seçim zaferinden sonrakilerde hiçbir zaman yüzde 40'ların altına düşmemek, dört dönem üst üste iktidarda kalabilmek, kalırken ülkede muazzam dönüşümlere imza atabilmek o kadar kolay değil.
Siyasetin toplumu dönüştürme, onu biçimlendirme gücü çok partili hayata geçildiği zamandan bu yana hiç bu kadar yüksek olmamıştı.
2000'li yıllarda Avrupa demokrasilerinde seçimlere katılım oranı yüzde 60'ların üzerine çıkamıyor. Böyle bir dünyada Türkiye'de hem seçimlerde hem referandumlarda katılım oranları dünyayı şaşırtacak derecede yüksektir. Bu tablonun en önemli izahı 'Erdoğan faktörü'dür.
Adnan Menderes'ten sonra, onun kadar değilse de yine de kitlelerin hâfızasında kalıcı iz bırakmış isim Turgut Özal'dı. 1980 darbesinden sonra Türk ekonomisini dünyaya açan, ülkede ciddi bir alt yapı faaliyetiyle iletişim devriminin ilk büyük adımlarını atan adam odur. Özal döneminin hizmetleri önemliydi, dikkat çekiciydi ama Özal'ın 'muhafazakâr' kimliği, bilhassa o kimliği Çankaya Köşkü'ne taşımış olması onu kitlelerin gözünde apayrı bir yere oturtmuştur. İnsanlar ilk defa onun zamanında Cuma günleri Cumhurbaşkanlığı forsunu taşıyan makam aracını Kocatepe Camii'nin önünde görebilmişti. Nitekim, 1993 yılında öldüğünde cenazesine katılan muazzam kalabalık onu 'Müslüman Cumhurbaşkanı' diye uğurluyordu.
Adnan Menderes halkın duygu dünyasını anlayabilen, o duygulara hitab edebilen bir siyasetçiydi. Turgut Özal ve Süleyman Demirel halkın içinden gelmiş adamlardı. Tayyip Erdoğan ise halkın kendisidir. Bir başka deyişle, Tayyip Erdoğan 'sokağın nabzını tutan' adam değil, o nabız kendisinde atan adamdır. Tayyip Erdoğan'ın Menderes'i de Özal'ı da aşabilmiş olmasının daha derinlerdeki sebebi de bu galiba.
Doçent Dr. Ergün Yıldırım, Türk siyasetindeki 'elitist' düzeni anlatırken, bu düzende liderliğin ortaya çıkışında şehzade, damat ve devşirme kavramlarına dikkat çekiyor. Türk siyasal egemenliğinin paylaşımında bu üç kimliğin belirleyici unsur olduğunu vurguluyor. Yıldırım'a göre, Tayyip Erdoğan'ın bu kadar karizmatik bir kimlik olarak ortaya çıkmasında onun bu üçünden de uzak olmasının önemli rolü var :
" Erdoğan'ın biyografisini araştırdığımızda geleneksel iktidar elitliğinden sosyolojik olarak uzak kaldığını görmekteyiz. Çünkü devlet bürokrasisinde çalışma deneyimi yoktur. Devşirme geleneğinden gelmemektedir. Şehzade ve damat da değildir. Erdoğan orta kesim sosyolojisinden yükselmektedir. Aile ilişkileri, inanışları, politik algılayışları ve geçim düzeyi bütünüyle bu kesimi işaret etmektedir. Buna Kasımpaşalının bıçkınlığı da eklenince, ortaya protest politik arayışın simgesel temsilciliği çıkmaktadır. Bu nedenle Erdoğan ne devşirme ne şehzade ne de damattır..."
Çevre- Merkez teorisi, bugün bile Türkiye'deki siyasi yapıyı analiz ederken işe yarayan bir çerçeve sunuyor. Tayyip Erdoğan, Türkiye toplumunun kıyısında, çeperinde kalmış 'çevre'yi 'merkez'e taşımayı başarmış, 'merkez'i bu yeni unsurla yeniden inşa etmeye koyulmuş bir siyasi figür. Menderes, Demirel ve Özal devirlerinde bu süreç zaten yaşanıyordu ama bu süreci olağanüstü hızlandırıp geri dönüşü olmayacak şekilde tamamlayan siyasetçi Erdoğan oldu.
'Çevre'den merkeze taşınmış büyük kitleler, Erdoğan'ın bu kadar uzun süre iktidarda kalabilmesinin en önemli izahı. Bu büyük kitlelerin Erdoğan döneminde kendilerine iade edilen haklarını ve elde ettikleri imkânları kaybetme korkuları sandık önlerine her konulduğunda ona destek vermelerinin en büyük sebebi.
Peki Tayyip Erdoğan'ın 'çevre'yi merkeze taşımada gösterdiği başarıyı çevreyle merkezi kaynaştırmada gösterebildi mi? Muhaliflerine soracak olursanız buna 'kesinlikle hayır' diyeceklerdir, hatta daha ileri gidip onun zaten böyle bir çabaya hiç girmediğini de ekleyeceklerdir.
27 yıllık tek parti devrinden sonra ilk kez Menderes ile nefes alabilmiş büyük muhafazakâr kitleler 'Adnan Bey'e karşı minnet borcu hissediyordu. Menderes'i tekrar tekrar iktidara taşıyan asıl sâik bu minnettarlıktı. Menderes'in bir yurt gezisinde Manisa'da halktan gördüğü olağanüstü ilgi karşısında şaşıran gazeteci Doğan Nadi şöyle demişti: 'Halk adamı' diye bir lâf var ya, şu manzaraya göre galiba 'adamın halkı' demek daha doğru.'
Gazeteciye o sözü söyleten sahneler yarım yüzyıl sonra Erdoğan'la yeniden ortaya çıktı. Milyonu bulan ve belki geçen coşkulu kalabalıkları toplayabiliyordu. Adnan Menderes o gün o büyük kalabalıkları toparken iktidarının daha ikinci yılındaydı, belki bu sahneler çok partiden henüz çıkıldığı bir dönemde o kadar da şaşırtıcı değildi, eğer iktidarda -ve hayatta- kalabilmiş olsaydı aynı resimlere 1960'dan sonra da tanık olabilir miydik, şüphelidir. Tayyip Erdoğan ise bu coşkulu kalabalıkları iktidarının on altıncı yılında bile toplayabilmişti.
AK Partili yıllar Türkiye'de 'iktidar yıpranması' kavramının geçerliliğini yitirdiği, ' hâkim parti' kavramının siyaset sözlüğüne girdiği zamanlar oldu.
15 Temmuz gecesinde olanlar, Erdoğan'ın temsil ettiği kesimlerle kurduğu ilişkinin görkemli bir tezâhürüydü. 'Sokağa çıkın' çağrısına verilen cevap, hem onu hem de Türkiye'yi ipten almıştır.
15 Temmuz gecesinde darbeye karşı çıkmak için sokağa dökülenler arasındaki bir dede şöyle konuşuyordu: 'Menderes'i asıyorlar' dediler biz de hemen sokağa çıktık.' Bu sözler hem kolektif hâfızadaki devamlılığa hem de vicdanlarda yer etmiş travmalara işaret ediyordu. Sosyal psikolog Profesör Kemal Sayar, Menderes'in asılmasına karşı duramamış, o zaman sokağa çıkamamış insanların neredeyse altmış yıl sonra o travmayı tekrar yaşamamak için sokağa çıktığını söylüyor.
Türkiye'de seçmen, AK Parti'li yıllara kadar, hiçbir partiye üst üste dört kez ülkeyi tek başına yönetme imkânı vermemişti.
Erdoğan'ın partisi, Kasım 2002, Temmuz 2007, Haziran 2011, Haziran 2015, Kasım 2015 genel seçimlerinin büyük farkla birinci partisidir. On altı yıldır aralıksız şekilde Türkiye'nin Başbakanları AK Partilidir.
Tayyip Erdoğan, girdiği bütün seçimlerin galibi olarak çıkmış, bütün halk oylamalarında halktan istediği sonucu almıştır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin doğrudan halk oyuyla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı'dır.
Çok Partili dönemde hiçbir siyasi figür onun kadar uzun süre ve de aralıksız şekilde iktidar gücünü elinde tutamadı. 3 Kasım 2002'den bu yana Türkiye'yi o neredeyse tek başına yönetiyor. 2016 darbe girişiminden sonra bu durum 'mutlak' bir hâl almıştır. Bu kitabın yazıldığı sırada Erdoğan Türkiye'nin tartışmasız tek güç merkezidir. Bu dönem boyunca, henüz Başbakanlık koltuğuna oturmadığı 1 Mart tezkeresi istisna edilirse, Erdoğan'ın açık itirazına rağmen alınabilmiş bir karar, yapılmış önemli bir atama, onun iradesi dışında başlamış bir uygulama yoktur.
Geçmişte iktidarlar yönetime tek başına da gelseler de, Ankara'da bir "görünmez güç' tarafından kuşatılırdı. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan hükümetleri bu 'kuşatma'yı yaşamıştır.
Bu kuşatmanın zirve noktası 27 Nisan e- muhtırasına muhatap olması ve ertesi yıl, daha birkaç ay önce yüzde 47 oy almış AK Parti'ye karşı açılan kapatma davasıdır. Erdoğan ve arkadaşlarının o muhtırayı sineye çekmemiş olması, ona karşı kararlı bir duruş sergilemeleri Türk siyasi tarihinde benzeri görülmemiş bir durumdur. Bu restleşmenin arkasından yapılan 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47'lik oy oranı halkın bu restleşmede kimin yanında durduğunu gösterdi. Gazeteci Hasan Cemal, o seçim gecesi 'Bu da halkın muhtırası' demişti.
Abdullah Gül'ün e – muhtıraya rağmen Cumhurbaşkanlığına oturması o kuşatmanın kırılmakta olduğunun en somut göstergesiydi. Erdoğan'ın 2014 yılında doğrudan halk oyuyla seçilen ilk Cumhurbaşkanı olması 'askeri vesayet' le mücadelenin önemli merhaleleri arasındadır.
Tayyip Erdoğan, önce Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde 'muktedir' olabilen ilk siyasi figürdür. Tayyip Erdoğan'ı siyasette 'muktedir' yapan, bu mücadelelerden başarıyla çıkmış olmasıydı.
Erdoğan bütün bu süreçlerde Batı'daki tâbirle bir 'king maker', yani kralları tahtlarına oturtan adam olarak da ortaya çıktı. 2007-2014 arasında bir Cumhurbaşkanı ve iki Başbakan doğrudan doğruya onun iradesiyle o koltuklara geldi. 2019 yılı sonu itibarıyla, onun Cumhurbaşkanlığına ve Başbakanlığa taşıdığı isimler artık o makamlarda oturmuyor. Erdoğan ise siyasi gücünü korumaya devam ediyor.
Partililer 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı adaylığı gündeme geldiğinde ona, 'Ya sen ya Abdullah Gül' dediğinde 'Ben' diyebilirdi. 'Adayımız kardeşim Abdullah Gül'dür' diyebilmek Türk siyasetinde o zamana kadar benzeri görülmemiş bir ferâgat örneğiydi. Nihayet o koltuğa yedi yıl sonra kendisinin de çıkacağının o günlerde hiçbir garantisi yoktu.
Erdoğan dönemi devletteki oligarşik yapıyla en sert mücadelenin verildiği yıllara sahne oldu. Bu sürecinin tamamlandığı iddia etmek zordur.
Tayyip Erdoğan, oligarşik kurumların kuşatmasını kırmaya uğraşırken, devletin bu kez bir 'Cemaat kuşatması'na mâruz kaldığını göremedi veya bütün boyutlarıyla göremedi. Zira askeri vesâyetle mücadele Gülen Cemaati kadrolarının desteğiyle yürüyordu, hükümet de onlarla dayanışma içindeydi. Erdoğan bu dayanışmanın ölçüsünü 'Ne istediler de vermedik' sözleriyle ifade etmiştir. Fethullah Gülen Cemaati'nin adamları, kırk yıldır sürdürdükleri devleti kuşatma faaliyetinin en kritik hamlelerini Erdoğan döneminde ve onun siyasi gücünü kullanarak/istismar ederek yaptı. Bu hamlelerin çoğunu Erdoğan'ı 'aldatarak' yapmışlardı. Erdoğan bu durumu farkettikten çok sonra 'Allah da, millet de bizi affetsin' diyecekti, ama noktada pek çok şey için artık çok geçti. 2010 yılı içinde Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, devlet teşkilâtı içindeki ve Erdoğan'ın etrafındaki bütün kilit birimleri, bu yapının yasadışı faaliyetleri konusunda uyarmış, ama bu uyarıların gereği yerine getirilmemişti. Avcı, sonunda "Haliçte Yaşayan Simonlar" kitabıyla kamuoyuna ulaştı, devlete anlatmaya çalıştığı şeyleri millete de anlattı. Bu bir ifşâ kitabıydı, öyle olduğu Gülen kadrolarının onu bu kitabın yayınlanmasından sonra hapse atmalarıyla da sabitti, ama hükümet buna rağmen Gülen yapılanmasının üzerine gitmedi. Erdoğan hükümetlerinin 2010 sonbaharından 17-25 Aralık 2013'e kadar bu örgüte karşı harekete geçmemiş olmasının kabul edilebilir bir izahı yoktur. Bu durum, AK Parti hükümetlerinin tarihine bir kayıt olarak geçmiştir. Yaşadığı travmanın Erdoğan'ı o noktadan sonra bu ihanete karşı mücadelenin en sert savaşçısına dönüştürmesi muhtemelen, bunca destek verilen bir yapınan ihanet içinde olduğunun ortaya çıkmasındandı. Sonraki yıllarda devleti bu çeteyle verdiği mücadeledeki en büyük kozu da Erdoğan'ın kendisi oldu. Şunu söylemek yanlış olmaz: Gülen örgütünün bütün tarihi boyunca en güçlü en etkili olduğu dönem Erdoğan'ın iktidar yıllarıdır, aynı şekilde bu örgütün tarihinde en ağır darbeleri yediği, devlete en az kırk yıldır yerleştirdiği kadroların çok büyük bir bölümünü kaybettiği dönem de Erdoğan'ın iktidar yıllarıdır.
Dış politikada özellikle 2011- 2012'den sonra Batı'ya karşı kullanmaya başladığı sert ve tavizsiz dil onun karizmasının belirgin hale gelmesinde önemli etki yaptı. İzlenen dış politika asıl olarak onun dilinde ete kemiğe bürünüyordu. Bir gün bir gazeteci dışişleri bakanına Erdoğan'ın kullandığı bu 'tepkisel' dili sorduğunda bakanın cevabı şöyle olmuştu: ''Tepkimizi kimi zaman diplomatik bir üslûpla kimi zaman da Başbakanımızın üslûbuyla gösteriyoruz"
Erdoğan'ın özellikle Avrupa ve Amerika'ya karşı kullandığı bu tavizsiz dil kimilerinin tepkisini çekse de toplumun önemli bir kesiminde takdir topluyor. Hatta yıllardır Batı karşısında neredeyse aşağılık kompleksine kapılmış bir topluma 'Avrupa'ya, Amerika'ya eyvallahı olmayan bir Başbakan/Cumhurbaşkanı' iyi geliyor, ona özgüven kazandırıyor, hatta onu neredeyse rehabilite ediyor diyebiliriz.
Batı'ya karşı bu tavizsiz dilin dış politikada bir bedeli oluyor mudur, bunu bilemeyiz ama iç siyasette Erdoğan'ın hanesine artı puan yazdığı kesindir.
Burada eski bir bürokratın şakayla karışık bir sözünü hatırlatalım.
Erdoğan'ın Filistin'deki bir İsrail saldırısına karşı hem İsrail'e hem Amerika'ya benzeri görülmemiş sertlikte mesajlar verdiği günlerden birinde bu bürokrat, ' Valla Tayyip Bey sanki bu dünyaya değil de öteki dünyaya oynuyormuş gibi geliyor bana. Bu mesajlarıyla öbür dünya için sevap kazanıyor " demişti.
Tayyip Erdoğan çok partili dönemde hiç bir fâniye nasip olmayan siyasi güce erişmiş durumda dedik.
Bu kadar muazzam bir siyasi gücü elinde bulunduran bir siyasi aktörün bu gücü hukukun çizdiği çerçeveleri zorlamadan kullanabilmesi önemlidir.
Erdoğan'ın elindeki siyasi güçle hukuk arasındaki- esasen gayet kalın ama Türkiye siyaset zemininde epeyce ince çizgiye her zaman dikkat ettiğini söylemek zor. Mesela 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde meydanlara inip başkanlık sistemine geçiş için anayasayı değiştirebilecek çoğunluk istemesi akıllardadır. Bunu hangi parti için istediğini herkes biliyor. Bu durum seçmenin 'tarafsızlık yemini' etmiş bir cumhurbaşkanından görmeye alışık olduğu bir davranış değildi.
31 Mart 2019 yerel seçimleri ise Erdoğan'ın elinde bulundurduğu muazzam siyasi güçle asıl imtihanına sahne oldu. O seçimlerde İstanbul'da aldığı yenilgi ve sonrasındaki siyasi gelişmeler Tayyip Erdoğan'ın siyasi portresine olumlu yansıyacak şeyler değildi.
Seçim gecesi rakip adayın İstanbul'u kazanmakta olduğunun belli olmaya başladığı dakikalarda Anadolu Ajansı'nın Türkiye'ye seçim sonuçlarını aktarmayı bir anda kesmesi ve o dakikalarda AK Parti adayının apar topar ekrana çıkıp 'seçim ben kazandım' diye açıklama yapması/veya bu açıklamayı yapmaya mecbur edilmesi partiye hâkim olan telâşın ve paniğin bir tezâhürüydü. İş orada kalmış olsaydı mesele o kadar da sıkıntılı olmayabilirdi; nihayet kaybedilen en büyük şehir de olsa, bir şehirdeki bir seçim olurdu.
Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) bu seçimleri yeniletme kararı insanların zihninde iktidar partisinin yenilgiyi kabul etmediği şeklinde bir algının doğmasına, dolayısıyla muazzam bir itibar kaybına yola çıktı.
AK Parti ve Erdoğan asıl darbeyi İstanbul'u kaybettiği gün değil, YSK'nın İstanbul seçimlerinin yenileceğini ilân ettiği gün almıştı.
Kurulduğu günden beri sayısız bâdireler atlatmış, muhtıralara, darbe girişimlerine mâruz kalmış, bunların hepsinin üstesinden halk desteğiyle gelmiş, bütün siyasi kazanımlarını sırtını seçmene dayayarak elde etmiş bir siyasi hareketin geldiği noktada halkın tercihlerini yok sayması, kaybedilen seçimin sonuçlarını kabul etmemesi/ veya böyle bir algının kamuoyunda yerleşmesi hazin bir durumdu.
Yenilenen seçimde AK Parti adayı seçimi birkez daha kaybetti ama bu sefer aradaki oy farkı 13 bin 700'lerden 800 binlere çıkmıştı. Seçmenin iktidar partisine ve liderine mesajı açıktı: "meşruiyet zemininden ayrılma"
Halk indinde, hemen hemen bütün siyasi hayatı boyunca "mağdur ve haklı" sıfatına sahip olmuş bir parti ve lideri siyasetteki ahlâki üstünlüğü ilk kez kaybediyordu.
Erdoğan'ın muazzam siyasi gücünden bahsederken belki bir soruyu daha sorup cevabını vermek gerekir.
Acaba bütün bu siyasi güce ya da kudrete sadece kendi siyasi dehâsı üzerinden mi erişmişti?
Bu sorunun cevabı gayet net biçimde 'hayır'dır.
İç ve dış siyasetteki rakip aktörlerin pek çok hatalı hamlesi de Erdoğan'ı büyütmüştür. Hatta belki onlar Erdoğan'ı daha fazla büyütmüştür. Basit bir sıralama bile tabloyu göstermeye yeter: Eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı seçilmesin diye Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu Anayasa Mahkemesi'ne taşıyan CHP ve o dönemdeki lideri Deniz Baykal; 2007'de hükümete e- muhtıra vermeye kalkıp, Cumhuriyet mitingleri üzerinden Erdoğan'ı devirmeye veya yıpratmaya uğraşan askerler, Türk- Kürt barış arayışlarını baltalayan Kandil ve ona boyun eğen HDP; 2014'ten sonra işi PKK'ya silah desteği vermeye kadar götürüp Türkiye'de Erdoğan'ın öncülüğünde bir duruş ve dayanışma duygusunu pekiştiren ABD ve tabii başta CIA olmak üzere Batılı istihbarat örgütleriyle Türkiye'ye karşı iş tutan, Türkiye'yi her konuda köşeye sıkıştırmaya çalışan, en sonunda Amerika destekli bir darbe hamlesine kalkışan Fethullah Gülen örgütü.
Bu aktörler Erdoğan'ı siyasette rakipsiz bırakmıştır.
Erdoğan'ın siyasetteki yolculuğu devam ediyor, bu satırlar iktidar yılları devam ederken geride bıraktığı zamana, biraz da bugününe bakılarak yazıldı. 2019'daki Erdoğan, 2002'deki Erdoğan değilse- ki değildir- önümüzdeki yıllarda da bugünkünden biraz daha farklılaşmış bir Erdoğan portresiyle karşılaşmamız kuvvetle muhtemeldir.
Bu aşamada söylenebilecek olan şu ki, bugüne kadarki siyasi macerası bile onu çok partili hayata geçişimizden bu yana siyaset sahnesinden geçmiş öteki siyasetçilerden apayrı bir yere yerleştirmek için yeterli.
İster onun seveni veya sempatizanı olun isterse tam tersi bir yerde bulunun, bu böyledir.