2014- 2015 yılları, Kürt mahallesinden çıkıp gelmiş genç ve parlak bir ismin siyaset ufkunda bir yıldız gibi parlayıp sonra yine bir yıldız gibi kaybolmasına sahne oldu. Hukuk okumuş, esprili, çıktığı mahallenin dışındaki insanlarla da diyalog kurabilen bir siyasetçi... Kürt siyasi hareketine hiç bir yakınlık hissetmemiş Karadenizli bir dedeye, "Habu uşağa oy verebilurum' dedirtebilmiş bir portreden bahsediyoruz. Selahattin Demirtaş'ın sadece Güneydoğu'da değil Ege'de, Akdeniz'de, hatta Karadeniz ve Orta Anadolu'da bile bir karşılığı vardı.
İnsanlarda ümit yaratan genç siyasetçiler bu topraklarda nadiren çıkar. Demirtaş'ın kumaşında o ümidi yaratan bir doku vardı.
Yıldızı bu sebeple parlamıştı.
Yıldızının parladığı, girdiği seçimlerde içinden çıktığı hareketin tarihinde hayal bile edemeyeceği oyları daha çok onun sayesinde almasından belliydi. Bunu ilk önce partisinin Cumhurbaşkanı adayı olarak 2014 Ağustos'un girdiği seçimde gördük. Mart 2014 seçiminde alınan oyların bir milyon artmış olması Demirtaş'a açılan krediyi gösteriyordu. HDP oyları İstanbul ve İzmir'de ikiye, Ankara'da üçe katlanmıştı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti tarihinde tek başına iktidarı kaybetmişse bu HDP'nin yüzde 10 barajını aşması sayesinde olmuştu. HDP'ye barajı aştıran 'Demirtaş faktörü' idi.
O oylar zaman içinde daha da artabilir, o yıldız daha da parlayabilirdi, zira Türk siyasetinde muhalefette boşluk Demirtaş da gençlik ve o potansiyel vardı.
Türkiye'de bir siyasetçinin Kürt olması insanların onun arkasından yürümesine engel değildir. Türkiye'de seçmen insanların kim olduğundan çok ne dediğine bakar.
Peki, o yıldız neden giderek sönmeye başladı ve sonra kayıp gitti?
Çünkü, siyaset zor zamanlarda cesaret gösterebilme işidir. Liderleri ortaya çıkartan bu zor zamanlarda yaptıkları ve yapmadıkları şeylerdir. Selahattin Demirtaş'ta eksik olan buydu.
Ankara'daki siyasetçileri eleştirirken gösterdiği cesareti Kandil'de süreçleri zehirlediklerini pekala bildiği aktörlere karşı gösteremedi.
Eğer, o cesareti gösterip barış için, silâhsız çözüm için sesini yükseltebilmeyi başarabilseydi belki o gün değil ama orta uzun vadede Türk-Kürt barışının birkaç katalizöründen biri olabilirdi.
Kandil'in baskısı karşısında sadece susup köşesine çekilmesi bile kamuoyunun en azından bir kesiminin anlayabileceği, ondan ümidini kesmeyeceği bir tavır olurdu.
Ama Selahattin Demirtaş, Leylâ Zana'nın yaptığını da yapamadı.
Silâhlı kanadın talimatlarını kendi görüşü gibi seslendirmeye başladı, onların talimatlarının uygulayıcısı rolünü kabul etti. Onu bitiren de bu oldu.
Oysa, Kandil'deki Cemil Bayık ve Murat Karayılan gibi adamların Türkiye'nin 40 yıl geçmişinde kalmış tarih dışı aktörler olduklar ortadaydı.
Onlar geçmişi, Demirtaş geleceği temsil ediyordu. Ona, Türkiye'nin hem doğusunda hem batısında açılan kredi bu anlama geliyordu.
Halkın mesajı buydu. Demirtaş mesajı anlamıştı şüphesiz ama gereğini yapacak cesareti yoktu.
Kandil'in kazdırdığı hendeklere ilk gömülen Selahattin Demirtaş'ın karizması ve insanların bir kısmında yarattığı umut oldu.
Kendisine de, yeni ve genç siyasetçiler bekleyen Türkiye siyasetine de yazık etti.
Kürt siyaseti ile Kandil arasındaki ilişkilerin doğasını bilenler belki bu satırlarla ona haksızlık ettiğimizi, onun hiç bir zaman böyle bir gücü olamayacağını düşünüyor olabilirler.
Haklı olabilirler.
Ama durum buysa o zaman o da insanlarda o umudu yaratmayacaktı. İnsanlar Kandil'e ya da İmralı'ya değil Selahattin Demirtaş'ın kendisine kredi açmışlardı.
Selahattin Demirtaş, bu satırların yazıldığı sırada ceazevindedir.
Türkiye'de seçmen kitleleri haksız yere cezaevine konulmuş, mağdur edilmiş siyasetçilere her zaman kredi açmıştır. Ancak Selahattin Demirtaş bunun bir istisnası olursa kimse şaşırmasın.