YORUM- Gürkan Zengin-
Türkiye'nin galiba asıl büyük sorunu bu: Hiçbir konuya, olguya, hele hele soruna ideolojik/siyasî pozisyonumuzu bir kenara bırakmadan bakamıyoruz. Olguları bile yok saydığımız veya işimize gelmediği için görmezden geldiğimiz bir ortamda konuşamıyor ve tartışamıyoruz. Sadece bağırışıyoruz. "Kozmik Oda" tartışmaları bunun son örneğidir.
Sabih Kanadoğlu'nun, Saygı Öztürk'ün 8 Kasım 2019'da Sözcü gazetesindeki köşesinde yer verdiği şu sözlerine bir bakın: "Kozmik odaya hukuksuz olarak girilmesinin yolunu açan İlker Başbuğ'u asla afffetmiyorum"
Öncelikle bir hakkı teslim edelim: İlker Başbuğ, "Kozmik Oda"ya girilmemesi için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Hem kendi itirazlarını dile getirmiş, hem de o sırada Başbakan olan Tayyip Erdoğan'ı buna izin vermemesi için ikna etmeye çalışmıştır.
Sorun tam da buradadır. Zira Başbuğ, Başbakanı ikna edememiştir.
Peki ama neden ikna edememiştir?
Başbakan, "Kozmik Oda"ya Fethullahçıların girmesine neden müsaade etmiştir? Türkiye'de tartışmalar tek tek resimler üzerinden, yani bir 'resim analizi' üzerinden yapıldığı için kimse 'süreçler' üzerine kafa yormaz, 'neden' sorusunu sormaz. "Kozmik Oda" meselesine bu zeminde baktığımızda göreceğimiz şey şudur: Sabih Kanadoğlu'nun, bu tahripkâr tablonun ortaya çıkmasındaki rolü İlker Başbuğ'unkinden daha az değildir.
Biz tekrar soralım: 2009 senesinde Başbakan Erdoğan neden Fethullahçıların "Kozmik Oda" ya girmesine izin vermişti? (Türkiye'de siyasetçilerin hâtırat yazma geleneği olmadığı için maalesef bu soruların cevaplarını, aradan yıllar geçmiş olsa da, kendilerinden alamıyoruz. Umulur ki, Tayyip Erdoğan bir gün hâtıralarını yazar ve hangi hâlet-i rûhiye içinde bu izni verdiğini öğreniriz)
Ama bir de, gözümüzün önünde akan bir hayat ve çıplak gerçekler var. Onların ışığında Erdoğan'ın "Kozmik Oda"ya giriş iznini neden verdiğini anlamaya çalışalım.
Birincisi, sene 2009'dur. Ortada henüz MİT tırlarının durdurulması vak'ası (2014) yoktur. 17-25 Aralık vak'ası (2013) henüz vukû bulmamıştır. Dershane savaşı (2012-2013) henüz başlamamıştır. MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın tutuklanma hamlesi (2012) henüz yapılmamıştır. Fethullahçılar, daha hükümete 'Yaklaşan seçimelerde bize şu kadar milletvekili kontenjanı ayıracaksın' dayatmasında bulunmamıştır (2011). Eskişehir Emniyet Müdürü koltuğunda oturan Hanefi Avcı, bu yapının, öyle zannedildiği gibi bir dinî cemaat olmadığını anlatmak için henüz kapı kapı dolaşmamıştır ( 2010 ) Ne demek istiyorum? Şunu: Amerikan istihbaratı, senelerdir besleyip büyüttüğü Fethulllah Gülen Cemaati üzerinden "Kozmik Oda"ya uzanmak istediğinde Türk devleti, hükümetiyle ordusuyla, istihbaratıyla henüz derin uykusundadır. Onu, uyandıracak vak'alar – en azından AK Partili yıllarla sınırlandırarak belirtelim ki-henüz yaşanmamıştır.
Ama bundan daha önemli bir faktör devrededir: Hükümetle Türk Silahlı Kuvvetleri arasında bir güven bunalımı vardır. Bu güven bunalımı, 2007 yılı başında, emekli askerlerin karar mekanizmalarında yer aldığı bir takım derneklerin organize ettiği "Cumhuriyet mitingleri"; aynı yıl nisan ayında Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın bizzat kaleme aldığı muhtıra ve bundan bir yıl kadar sonra (2008 Mart) arkasında askerlerin de bulunduğu kapatma davasıyla iyice derinlik kazanmıştır. Fethullahçı çete, "hâkim-savcı" kılığında "Kozmik Oda"ya girmek istediğinde, Başbakan Erdoğan'a "izin vermeyin" diyen, bunu engellemeye çalışan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un 'sicili' de Başbakan nezdinde pek parlak değildir.
Neden değildir?
Çünkü, 2003 yılı başında İstanbul'daki 1. Ordu karargâhında 'Plan Semineri' adı altında hükümeti tedirgin eden konuşmalar yapılırken İlker Başbuğ o ordunun bağlı bulunduğu Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı'ydı. Yani karargâhın âmiriydi. O dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, emekliliğinden sonra yazdığı hatıralarında, Başbuğ için 'vermediğim emirleri de yetki ve sorumluluklarını aşarak emir olarak yazmıştır' ifadelerini kullanmıştı. O kitapta Aytaç Yalman'ın Kurmay Başkanı hakkında sonu ünlem işaretiyle biten cümleleri var. Mealen diyordu ki, 'o seminerin o şekilde yapılması benim bilgim dahilinde değil ama İlker Başbuğ'un bilgisi dahilindeydi.' Yalman, Kurmay Başkanını o günlerde, 'aşırı inisiyatif kullanmakla' suçlamıştı. 2007 yılında, AK Parti hükümetine 27 Nisan e- muhtırası verilirken İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanıdır. Bu muhtırayı yazan Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt idi ve bunu İlker Başbuğ'dan da öteki kuvvet komutanlarından da habersiz yapmıştı, doğrudur. Ama İlker Başbuğ'un o dönemde de sonrasında Genelkurmay Başkanı olduğunda da 27 Nisan bildirisini yanlış bulduğuna, buna katılmadığına dair hiçbir açıklaması olmamıştı.
Anayasa Mahkemesi, hukuk tarihimize 'kara leke' olarak geçen "367 kararı"nı verdiğinde, İlker Başbuğ yine Kara Kuvvetleri Komutanı'dır. Yüksek Mahkeme'nin o kararı hangi şartlar, ne tür baskılar altında aldığını Ankara'nın o günlerini bilenler biliyor. (2002 ve 2007 kabinelerinde bakanlık yapmış, yıllarca Millî Güvenlik Kurulu toplantılarına katılmış, velhâsıl hâdiselere birinci elden şâhitlik etmiş bir siyasetçi, o günleri bize anlatırken askerler için şöyle diyordu: "Anayasa Mahkemesi üyelerine, 'Bu işi ya siz yapacaksınız ya biz yapacağız!' diyorlardı."
Bu sözlere karşı, o günleri bilenler içinde, 'hayır öyle değildi' diyebilecek olan biri var mı?
2008 yılı Mart ayında, AK Parti'ye kapatma davası açıldığında İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanı'dır, birkaç ay sonra da Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturacaktır. Şimdi soralım: İlker Paşa'nın o günlerde "Kozmik Oda" konusunda Başbakan Erdoğan'ı ikna edemeyişinde acaba Başbakanın 2002 sonunda iktidara geldiği günden itibaren askerle yaşadığı serencam etkili olmamış mıdır? Bir başka deyişle, eğer Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında tam bir güven ilişkisi bulunsaydı Gülen örgütünün "hâkim-savcı" kılığındaki militanları "Kozmik Oda"ya girebilirler miydi? Velhasıl, "Kozmik Oda"ya girilebilmişse bunun iki temel sebebi vardı: Başbakanın o gün karşısında hâkim-savcı diye gördüğü adamların gerçek kimlikleri bugünkü kadar, bırakın bugünü 2010 yılı sonundaki kadar bile net değildi. İkincisi ve asıl önemlisi, Başbakan Erdoğan, 2002'den itibaren yaşadığı olaylar yüzünden, o günkü komuta kademesine pek de güven duymuyordu.
Fethullah Gülen örgütü, AK Parti'nin iktidar yıllarında muazzam kadro imkânlarına kavuşmuşsa bu tabloda hükümetle-TSK arasındaki güvensizlik birinci derecede rol oynamıştır. Bu örgüt AK Parti'nin iktidar yıllarında AK Parti hükümetleri eliyle tarihinin en büyük imkânlarına kavuştuğu gibi, yine AK Partili yıllarda AK Parti eliyle tarihinin en büyük darbelerini yemiştir. Yeri gelmişken hatırlatalım, "Kozmik Oda" vak'asından üç yıl sonra, Gülen örgütünün, İlker Başbuğ'u, 'terör örgütü üyesi' diyerek demir parmaklıklar arkasına koymuştu. Böyle bir tablonun ortaya çıkması da tıpkı "Kozmik Oda"ya girilebilmesi gibi hükümetle TSK arasındaki güvensizliğin doğrudan veya dolaylı bir sonucuydu. İlker Başbuğ elbette 'terör örgütü üyesi' değildi; zaten onu hapse atan Fethullahçılar da hukuk adamı değildi. 26. Genelkurmay Başkanı eğer hapse atılıp 26 ay hapis yattıysa bu durum, Gülen örgütünün hükümetle asker arasındaki güvensizlik alanına girip orada at oynatması sayesinde oldu.
Türk halkı, bu güvensizlik alanının nasıl yaratıldığına dair ne İlker Başbuğ'dan ne silâh arkadaşlarından bir özeleştiri işitmiş değil.
Sabih Kanadoğlu'nun 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Cumhuriyet gazetesinde ortaya attığı 367 garâbeti, Türkiye'de hem hukuk algısını hem de siyasi atmosferi zehirlemiştir. Bu hukuk cinayeti sebebiyle bugün bir özeleştiri yapacağı yerde kalkıp "İlker Başbuğ'u affetmeyeceğim" diye konuşabiliyor.
Bu sözler, ideolojik merceklerimizin siyasi olguları ve gözümüzün önünde cereyan eden hakîkatleri nasıl çarpıttığının mükemmel bir tezâhürüdür. "İlker Başbuğ'u affetmeyecekmiş; kusura bakmasın ama adama sorarlar, seni kim affetsin!...