Eğer, çokça ifade edildiği gibi bir "eski Türkiye" bir de "yeni Türkiye" var ise, "eski Türkiye"nin ortaya çıkan yeni Kürt jeopolitiğinden dehşete düşmemesi mümkün değildi. Nihayet 1920'lerden beri Türk devletinin iki büyük korkusundan biri gerçekleşiyor ve Kürtler en azından Irak ve Suriye sahasında sahneye çıkıyordu. Bu sebeple "eski Türkiye"nin korkması doğaldır. Eğer Türkiye, bu yeni saha gerçeklerine 1990'lı yıllarda yakalanmış olsaydı, Kürt sorunu üzerinden yaşayacağı sıkıntılarla baş edilmesi çok zor olurdu, hatta Türkiye'yi tek parça halinde tutmanın bedeli çok ağır olurdu. Ancak "yeni Türkiye"nin bu jeopolitik gerçeklerden korkmasına gerek yok. Türkiye son 20 yılda Kürt sorununun demokrasi zemininde çözümü yolunda önemli adımlar attı, son on yılda bu alandaki siyasi reformlar hızlanarak devam etti. Son 20 yılda köprülerin altından çok sular aktı.
1992'deki bir genelkurmay başkanının ya da olağanüstü hal bölge valisinin 2012 Türkiyesi'ni tasavvur edebilmesine imkân ve ihtimal yoktur. Aynı şekilde, 1992'de Bekaa Vadisi'nde emrindeki binlerce PKK militanına telsizden emirler yağdıran Öcalan'ın da 2012 Türkiyesi'ndeki durumunu tasavvur edebilmesi mümkün değildir.
Olağanüstü halin kaldırılması, devlet televizyonundan 24 saat Kürtçe yayına başlanması, okullarda Kürtçenin seçmeli ders haline getirilmesi gibi hamleler önemliydi. AKP hükümeti, demokratikleşme ve bireysel kültürel haklar, örgüte silah bıraktıracak hamleler ve Doğu-Güneydoğu'ya götürülen hizmet üzerinden bir entegrasyon çabasına yöneldi. AKP hükümeti sadece on yılda (2002-2012) Doğu ve Güneydoğu'ya 36-37 katrilyon liralık harcama yaptı.
Siyasi reformları destekleyen ekonomik kalkınma hamleleri de sorunun belirli bir seviyede tutulmasına yardımcı oldu. Ankara'da nihayet bir siyasi irade ortaya çıkmış ve arkasındaki rekor düzeydeki halk desteğinden güç alarak sorunun çözümüne dönük kararlı adımlar atmaya başlamıştır. Türkiye, Anadolu insanlarının Anadolu'da mağdur olmayacağı bir çözüm zeminini aramaya ve bulmaya başladı.
1920'de Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayan, Türkleri Orta Anadolu'da birkaç şehre hapseden Sevr Anlaşması'nın maddeleri Kürtlere önce özerklik sonra bağımsızlık vaat ediyordu. Sevr Anlaşması apaçık bir emperyalist plandı, o sırada Kürtlerin bile bağımsızlık talebi yoktu, zira nitekim İstiklâl Harbi'nde pek çok Kürt aşireti "gâvur İngiliz"e karşı bin yıldır beraber yaşadığı Müslüman Türk ordusuyla birlikte savaştı. Kurtuluş Savaşı sonucunda Sevr Anlaşması çöpe atılırken onun yerine imzalanan Lozan Anlaşması "yeni devlet" olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarını çizdi. Doğu'da 1925'te Şeyh Sait İsyanı'yla başlayıp 1930'ların sonuna kadar devam eden "Kürt İsyanları"nın pek çoğunda sebep, etnik duyarlılıklardan ziyade yeni devletin din karşısındaki katı tutumu ve yeni devletin egemenlik alanını oradaki aşiret egemenliğindeki alanlara yaymaya başlamasından duyulan rahatsızlıktı. Elbette, "ulus devlet" çağında, imparatorluktan yeni ulus devlete geçme çabasındaki cumhuriyet rejiminin "tek kimlik" yaratma gayretlerinin de bunda payı oldu.
Ancak yine de tarihin temel dinamiği Kürtleri Türklerle yakınlaştırma yolunda ilerledi. Lozan'ı izleyen yüz yılda Kürtlerle Türkleri bir arada tutan bağlar daha da gelişti. Burada şüphesiz ekonomik gelişme, köyden kente göç, eğitim ve ulaşım imkânlarının artışı, sosyal hareketlilikler, iletişim dünyasındaki gelişmeler belirleyici rol oynadı.
Gelgelelim, 1980'lerden sonra Kürt kimlik talepleri, Soğuk Savaş sonrası özgürleşme rüzgârları, devletin güvenlik-özgürlük dengesini doğru kuramaması gibi sebeplerle Kürt sorunu bir kez daha Türkiye'nin önüne geldi. PKK, sorunu Türkiye'nin gündemine taşıyan aktör oldu. PKK'nın, Kürtlerin kimlik sorununu ülke gündemine yeniden taşıdığı bir gerçektir. Güneydoğu'daki bebeklere bile kurşun sıkan bir şiddet üzerinden başlayan hareket 20 yıllık bir süreçte kendini korku-saygı karşımı bir duyguyla kabul ettirdi. Vaktiyle PKK tarafından üzerlerine kurşun sıkılan Güneydoğu Kürtlerinin önemli bir kesimi zaman içinde örgüte ve/veya uzantısı olan hareketlere destek vermeye başladı. Bu durum kimilerine göre PKK'nın başarısı kimilerine göre ise devletin başarısızlığıdır, ama nihayet PKK Kürt kimliğini 2000'li yılların başında geri döndürülemez biçimde siyaset sahnesine çıkarmış, örgütün lideri Abdullah Öcalan ise Türkiye'deki Kürtlerin azımsanmayacak bir kesiminde bu mücadelenin sembolü haline dönüşmüştür.
Türkiye'deki "devlet aklı"nı oluşturan birimlerin bir bölümü, bu tabloyu 2000'li yılların başından itibaren görmüşlerdi. Ancak çözüm yolunda cesur adımlar atabilecek bir siyasi irade ortalarda görünmüyordu.
Kürt meselesinin çözülmesi demek yüz yıldan fazladır kanayan bir sosyo-politik yaranın kapanması, 1984'ten bu yana 40 bin insanın can verdiği, toplumsal dokuyu kemiren, kaynakları tüketen bir sorunun aşılması demek.
Ortadoğu'daki kadim halklar, kendilerini paramparça eden, kurdukları yeni statükoyla bu halkları zorba rejimler altında yaşamaya mahkûm eden emperyalist güçlerle yüz yıl sonra hesaplaşma noktasına gelmişlerse bunu yapabilmek için önce birbirleriyle anlaşmak zorundalar.
Anadolu coğrafyasında son birkaç yıldır zemini hazırlanan, son birkaç aydır da fiiliyata sokulan şey budur. Bu böylesine derin anlamları ve sonuçları olan bir şey olduğu için de çok çetin ve provokasyonlara açık bir süreçtir.
22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonraki politik ortam iktidardaki AK Parti'nin "muktedir" de olmaya başladığı dönemdir. Bu muktedir olma hali, özellikle 2008'de kapatma davasının sonuçlanmasından sonra daha da belirgin oldu. Dolayısıyla Kürt meselesinin çözümü yolunda kararlı adımların atılabilmesi ancak bundan sonra olabilmiştir. PKK ile devlet arasındaki İmralı-Oslo hattında yürütülen görüşmelerin 2008 yılında başlamış olması ve dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın "Demokratik Açılım"ı 2009 yılında ilan etmesi bir tesadüf değildir. Oslo görüşmelerinin başlamasıyla AKP'nin Kürt sorununun çözümünde "demokratikleşme", "silahlı mücadele" ve "hizmet götürme" şeklindeki üç ayaklı stratejisine "örgütle müzâkere" de eklenmiş oldu. MİT Müsteşarı Emre Taner, yanında MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ile bir taraftan İmralı'ya gidip Abdullah Öcalan ile, bir taraftan da örgütün Kandil ve Avrupa kanadıyla görüşerek ilk zemin yoklamalarını yaptılar.
2010 yılında Başbakanlık müsteşar yardımcısı, MİT müsteşar yardımcısı ve sonra da MİT müsteşarı kimliklerini taşıyan Hakan Fidan müzâkerelere "Başbakan özel temsilcisi" olarak bilfiil dahil oldu. Fidan'ın PKK'lı üst düzey yöneticilere söylediği şey önemliydi. Fidan, "Hükümetin niyeti ciddidir, bu iyi niyeti, Türkiye'deki reel şartlar izin verdiği ölçüde hayata geçirmeye çalışıyor," diyordu. Fidan, İmralı'da Öcalan ile yaptığı görüşmelerden olumlu izlenimlerle ayrılmıştı. Kendi gözlemi ve entelektüel analizi olarak, "bölgeye ve ülkeye yönelik vizyonda yüzde 90-95 bir örtüşme," olduğunu tespit etmişti.
Ancak kimi zaman yöntem hataları, kimi zaman plansızlık ama çoğu zaman da içeriden ve dışarıdan örgütlenen provokasyonlar sonucu görüşmeler, Habur vak'ası, Reşadiye ve Silvan saldırılarıyla sırat köprülerinden geçti. Kimi zaman tamamen çöktü. Müzâkerelerin çöküşünün bir sonucu olarak 2012 yılı çok kanlı bir çatışma dönemiyle geçti.
Jeopolitik şartlar hazır hale geldiğinde kişisel aktörlerin süreçleri durdurmaları zordur. PKK'nın Kandil'deki bir kanadı çözüm sürecine uzun süre direndi. Bu direniş paradoksal biçimde Kandil'den verilen talimatla başlayan ölüm oruçları üzerinden kırıldı. 2012 Ekim ayındaki ölüm oruçları hükümetin o zamana kadar karşı karşıya kaldığı baş edilmesi en zor krizdi. Bu kriz, ölümlerin başlamak üzere olduğu 67. günde Öcalan'ın verdiği talimatla bitirildi. Kandil, Öcalan'ın kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmesinde verdiği yazılı talimata uymak zorunda kaldı, zira Öcalan'ın talimatına rağmen eylemler devam etseydi, ölümlerin doğrudan sorumlusu artık devlet değil Kandil olacaktı. Kandil'dekiler bunu göze alamadılar ve Öcalan'ın talimatına uyup eylemleri sona erdirdiler. MİT'in en kritik hamlelerinden biri o süreçte Öcalan'ı devreye sokmasıydı.
Bu durum Öcalan'ın "önder" rolünü uzun bir aradan sonra yeniden öne çıkardı. 13 yıldır cezaevinde bulunan ve 2010 yılından beri de örgütün Kandil kanadına sözünü geçirmekte zorlanan Öcalan'ı yeniden "Serok-Önder" haline getiren, ölüm oruçlarını bitirme hamlesi oldu.
İnisiyatif yeniden Öcalan'a geçince çözüm süreci de hız kazandı. Zira Öcalan 2012 yılı boyunca yaşanan çatışmaların ve eylemlerin kendisini bir muhatap hale getirmek bir yana devre dışı bıraktığını görmüştü. Çözüm sürecine destek vermesinde, kuvvetle muhtemel Türkiye'de siyasetin önümüzdeki yıllarına dair yaptığı bir öngörünün de payı vardır. Zira Tayyip Erdoğan'ın partinin başından ayrılmayı planladığı bir dönemde siyaset sahnesinin nasıl değişeceği, ne tür yeni denklemlerin ortaya çıkacağı bilinemez. Bunun kendisi açısından nasıl bir sonuç yaratacağını öngörmek de zor. Arkasında yüzde 50 halk desteği olan, çözüm iradesini gösterebilecek bir siyasi hareket ya da lider bir daha ne zaman çıkar bilinemez. Yani 2013 yılında 63 yaşına varmış Öcalan için bu dönem belki de son şanstı.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın, 16 Aralık 2012 tarihinde İmralı'da "iki gün iki gece" çözüm parametrelerini tartışırken, Öcalan'ın bu siyasi analizi yapıp yapmadığını bilemeyiz. Bildiğimiz o iki gün ve iki gecenin sürecin devamı açısından olumlu neticeler verdiği.
Bu dönemde devletin içinden ayrıntılı bilgiler alabilmiş olan gazeteci Abdülkadir Selvi şöyle yazmıştı:
"MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmede, kritik konular ele alınıyor. Bunların arasında en önemlisi, belki de ayrı devlet kadar sürecin kilit konularından biri olan, 'Demokratik Özerklik' konusu. Öcalan, 'Demokratik Özerklik'ten vazgeçtiğini açıklıyor. Öcalan burada takiye mi yapıyor ya da neden bundan geri adım attı sorusu akla gelebilir. MİT müsteşarının uzun görüşmesinde elbette ki bu da ele alınıyor. Türkiye'nin yerel yönetim şartının 4 ve 5'nci maddelerine koyduğu çekincenin kaldırılması, Anayasa'da vatandaşlık tanımının yapılması ile zaten amacın hasıl olacağı sonucuna varılıyor. AK Parti'nin valilerin seçimle gelmesi konusuna da sıcak baktığını buna eklerseniz, ayrıca 'demokratik özerklik' diye bir dayatma içine girilmesi anlamsız kaçıyor."
Hakan Fidan'ın, İmralı'da vardığı taslak mutabakat 26 Aralık günü Milli Güvenlik Kurulu'na geldi. Oradaki durum değerlendirmesinden sonra süreç devam etti. Zira anlaşılan oydu ki, Öcalan, Kürt sorununu "Türkiye'nin demokratikleşme sorunu" olarak görmektedir. "Bağımsız devlet" ve "federasyon" tezlerinden sonra gündeme getirip ısrarla takipçisi olduğu "demokratik özerklik" çizgisinden de vazgeçmiştir. Dolayısıyla "öz savunma gücü", "mahalle komiteleri" gibi Oslo Mutabakatı'nın içine daha sonra Kandil tarafından yerleştirilen hükümler yeni dönemde örgütün "talep listesi"nde olmayacaktır. Öcalan, Türkiye tarafından kabul edilebilir demokratik adımlar atılırsa örgütüne silah bırakma kararı aldırmaya hazırdı. Nitekim 21 Mart 2013 Nevruzu'nda Diyarbakır'da toplanan yüzbinlerce insan Öcalan'ın "silahlı mücadelenin sona erdiği" mesajını dinledi. PKK lideri, örgütüne "ateşkes" çağrısı yaparak örgütün silahlı unsurlarının Türkiye'nin dışına çıkmasını istedi.
"Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. Yok sayan, inkâr eden, dışlayan modernist paradigma yerle bir oldu. Akan kan Türküne, Kürtüne, Lazına, Çerkezine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor. Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir. Yüreğini bana açan, bu davaya inanan herkesin sürecin hassasiyetlerini sonuna kadar gözeteceğine inanıyorum."
PKK'nın Kandil Dağı'ndaki kolu bundan birkaç gün sonra "oybirliği" ile bir karar alarak bu çağrıya uyacaklarını duyurdu. PKK'lılar 08 Mayıs 2013 itibariyle Türkiye topraklarından çıkmaya başladı.
Süreç, bu kitabın yazıldığı sırada devam ediyordu.
Yaşadığımız coğrafyanın bin yıllık tarihi ve kültürel gerçeği, Türklerle Kürtlerin geçen bin yılda her şeye rağmen bir kader ortaklığı yaptığını gösteriyor. Soğukkanlı ve objektif analizler bu birlikteliğin şartlarının devam ettiğini, üstelik bu birlikteliğin devamı halinde Anadolu'nun daha huzurlu ve müreffeh bir coğrafya parçası olmaya doğru gittiğini göstermektedir. Sokakta, çarşıda, pazarda zaten tarih hükmünü yürütmektedir. Ancak Kürtler ve Türkler adına konuştuğunu söyleyen siyasetçiler de tarihi rollerini Anadolu insanından yana kullanmayı becerebilmeliler.
Tarihin gözleri onların üzerindedir.